Efendim zamanın behrinde köydeki okula beni hademe tuttular. Görevim özellikle kışın sınıflardaki sobaları yakmak, akşam öğrenciler okuldan dağılınca sobaların külünü döküp sabaha hazırlamak, sınıfları süpürüp paspas çekmek, boşalan su küplerini doldurmak… Ha sınıf dedimse sadece iki sınıf… Öyle beş sınıf falan nerde? Talebe sayısı kırkı geçerse bir öğretmen daha veriliyor, bu da yeni bir sınıf demek. O zamanki adıyla okulun adı: ‘Birleştirilmiş Sınıflı İlköğretim Okulu’
O da ne ki demeyin. Birleri, ikileri ve üçleri bir sınıfta; dörtleri ve beşleri bir sınıfta okutuyor öğretmen. Bizim zamanımızda ise hepimiz bir sınıftaydık ve hepimizi bir öğretmen okuturdu. Beşler ve dörtler birlerin fahri muallimi olurdu. Öğretmen, “İkiler Türkçe kitabının şu sayfasını okusun, üçler matematik kitabının bilmem kaçıncı sayfasındaki problemleri çözsün. Dörtler şunu, beşler bunu…” dersler böyle geçerdi. Gerçi beni yaşı çok büyük diye üçüncü sınıftan çıkardılar o da ayrı bir mesele… Neyse lafı uzatıp konuyu dağıtmayalım. Beni bilenler bilir çok konuşmayı da boş konuşmayı da sevmem. Hele dedikodudan nefret ederim. Yalandan tiksinir, iftiradan Mevla’ya sığınırım.
Efendim okula gidip geliyorum. Sene sonunda köylü bana elli hakla buğday verecek. Tabii öğretmenler de hızmatımın karşılığı olarak çayımı, cuvaramı eksik etmiyorlar. Hatta kışın bir gücük, bir kazak, bir çit potin verdikleri gibi baharın da bir caket ile bir de köynek de hediye ettiler Allah razı olsun. Okulda iki öğretmen var. Birisi müdür adı da Oğuz Bey, diğeri de bir kız çocuğu onun da adı Neslihan Hanım.
Oğuz Bey kırk yaşlarında, evli barklı iki çocuklu bir adam. Altında 72 model sitecin bir Reno’su var. Kız öğretmeninen şeherden günlük gelip gidiyorlar. Komşu köyün de iki öğretmeni var. Onları da alıyorlar. Önceleri bu Oğuz Öğretmen ailesiyle köyde okulun iki göz lojmanında kalıyordu. Adamın bebekleri büyüyüp okul çağına gelince evini şehere taşıdı. Hatta anlattığına göre önceleri köyde yaşamak zorunluymuş. Lakin yeni vali buna göz yummuş ve öğretenler bir bir şehere taşınmışlar.
Benim okula hademe durduğum ilk sene bu kız çocuğu okula tayin olup geldi. Oğuz Öğretmen ona dörtleri ve beşleri verdi. Kendi de diğer sınıfları aldı. Okula yeni gelen bebeklere okuma yazma öğretmek zor olduğundan, öteki öğretmen de daha acemi olduğundan böyle yaptı diye millet kayfede gendi gendine konuşup duruyordu. Boşboğazlık işte.
Oğuz Öğretmen biraz girintili, biraz da uyanık birisiydi. Köyde arıcılığı o başlattı. Muhtar Kazım Ağa ile ortak arıları vardı. Poyraz’ın Mehemmet ile ortak nohut ekmişti. Gelecek seneye özde kuyu vurdurup suvan ve pancar ekeceklerdi. Ha bir de Kör Celal’in Hıdır ile de koyun ortaklığı vardı. Senden bende köylü ve köydeki Sülüman Ağa’dan daha ağaydı. Eli bol, hayır hasenatı da seven birisiydi. Keltepe’nin yamacındaki meraya hayvanlar için su getirip yalak yapmış, Şarlak’ın derenin üstüne ağaçtan da olsa köprü kurdurmuştu. Dağdan getirilen çamları -ki hepsi de özdü- yan yana dizip iki yakayı birleştirmişti. Karısı da dünya ahret anam bacım olsun köyün gelinlerine dikiş nakış belletmişti.
Kız öğretmen de çok efendiydi kızım olsun. Çok hamarat birisiydi. O da öğlen aralarında köyün karılarına börek çörek, konserve, reçel neyin yapmayı öğretirdi. Allah için bek de güzeldi. Hatta köydeki gençlerden birisi kızı rahatsız edecek oldu. Kız daha anlamadan durumu muhtar Kazım Ağa’ya fısıldadım. Kazım Ağa bir gün o değelden gelip onu takip etmiş. Bunu okulun önlerinde ütüzlenirken enselemiş. Buna bir dayak çaldı ki sormayın. Yaba gibi elleriyle vurdukça göbeli yazıya yapıştırıyor, sonra da tekmeliyordu. Neyse konu komşu geldi oğlanı elinden aldı, bir eşeğin üstüne yayma gibi atıp evine götürdüler. Oğlanın babası Cümük dayı durumu öğrenince övendereyi çekip bir de o dalmasın mı göbele? Köylü oğlanı babasının elinden aldı emme Cümük: “Şart olsun bu ırz düşmanını eve koymam.” diye şart edince yine Muhtar Kazım Ağa aldı evine götürdü. Göbel bir haftada gendine ancak geldi. Sonra da köyü terk etti. Köyümüz böyle sütsüzlere asla fırsat vermezdi.
Efendim okulların açılmasına az bir zaman kalmıştı. Oğuz Öğretmen pazartesi ve çarşamba günleri olmak üzere köye haftada iki gün gelip okulda iki saat duruyor sonra da geri şehere dönüyordu.
Günlerden salıydı, bir kırmızı Reno gelip okulun önüne durdu. İçinden iki tane genç adam indi ve okulun bahçesine girdiler. Ben de kayfede pişti oynuyordum. Kayfeci Haşim bana:
“İrfani emmi okula iki adam geldi, bir bak hele.” dedi.
Ben de kalkıp yanlarına gittim. Hoşbeşten sonra onların köye yeni atanan öğretmen olduğunu öğrendim. Birisinin adı Fatih Yılmaz, diğerinin adı Murat Candan’dı. Fatih öğretmen yeni evliymiş emme Murat Öğretmen bekârmış. Şeytan hemen koltuğumu dürtükledi, içimden “Bu Murat Öğretmen ile Neslihan Öğretmen’i baş göz ederiz.” dedim. Desene kaylası seni mi aldı be İrfani, sana ne, kör şeytana bir defol de.
Neyse uzatmayalım, Fatih Öğretmen bana:
“İrfani abi, okul müdürünün burada olması lazım. Zira bizim bugün göreve başladığımıza dair bir yazı yazması gerekiyor. Biz de onu Milli Eğitime götüreceğiz. Müdür burada mı?” diye sordu.
Ulan şimdi burada desem adam yok, değil desem adamı ele vereceğiz.
“Siz müfettiş neyi değilsiniz değil mi?” diye sordum.
Fatih Öğretmen benim bunu niye sorduğumu anladı. Sonradan öğrendiğime göre o daha önce vekil öğretmenlik yapmış, hatta müdür yetkiliymiş. İdari işleri bilirmiş.
“İrfani abi biz müfettiş değiliz. Müdür yoksa bile bu yazıyı bizim yazıp götürmemiz gerekiyor. En azından okulun müdür odasını bize aç ki yazımızı yazalım.” deyince ikna oldum.
Eski lojmanı müdür odası yapmıştık. Müdür odası da Neslihan Öğretmen’in sınıfıydı.
Kapıların anahtarı sürekli üzerimdeydi. Beraber lojmana doğru yürüdük. Kapıyı açtım ama bir de ne görelim? Bizim okula girmişler, dosyaların içindeki evrakları yerlere saçmışlar, neredeyse tüm camları kırmışlar. O kadar mahcup oldum ki anlatamam. Öğretmenler de şaşırdılar.
Fatih Öğretmen kapının girişindeki bir zarfı yerden aldı.
“Aha bizim atama emrimizi buldum. Demek ki postacı kapının altından içeri atmış.” dedi. Sonra da bana dönüp “İrfani abi, öğretmen hiç gelmiyor mu okula? Bize müdür köydedir demişlerdi.” diye sordu.
“Vallaha Öğretmen Efendi daha dün sabah geldi emme okula hiç girmedi. Oturduk kayfede çay içtik. Sonra o arılarına bakmaya gitti. Döndüğünde zaten öğleni geçiyordu. Bu saatten sonra gelen giden olmaz dedi ve gitti. Demek ki okula girse o da görecekti bu durumu. İnan olsun bu bebeler okula ne zaman girmişler vallahi benim de haberim yok.” diyebildim.
Murat Öğretmen:
“Bu köyün çocukları hep böyle yaramazsa yandık.” diye hayıflandı.
Ben de gülerek:
“Yok Öğretmen Efendi, aralarında bir iki haylaz var ama genelde efendi çocuklardır. Oğuz Öğretmen gelince onları bulur ve cezalarını keser, siz mütasir olmayın.” dedim.
Neyse uzun etmeyelim, içeri girdik. Fatih Öğretmen masaya oturdu. Göreve başlama yazlarını yazıp evrak defterine işledi. Sonra da “Haydi eyvallah, pazartesi okul açılınca görüşürüz.” deyip gittiler.
O hafta Oğuz Öğretmen köye gelmedi.
Pazartesi günü bizim acer öğretmenler sabah 9’da okulun önüne arabalarını eğlediler. On dakika sonra da Oğuz ve Neslihan öğretmenler geldiler.
Ben hemen Oğuz Öğretmen’e yeni öğretmenleri tanıştırdım ve geçen haftaki olayı anlattım.
Oğuz Öğretmen yeni arkadaşlarına hoş geldin dedikten sonra:
“Neslihan Öğretmen size sınıfları gezdirsin ben de şu idare odasına gidip duruma bir bakayım.” dedi ve ikimiz lojmana doğru yürüdük. Oğuz Öğretmen durumu tüm vahametiyle gördü. Bana:
“Bayrak töreninden sonra buraları toplayıver. Bugün öğlen çayını Neslihan Hoca’nın sınıfında içeriz. Sana zahmet bizim ortakçılara söyle, bize yiyecek bir şeyler hazırlasınlar. Yeni öğretmenlere karşı ayıp olmasın.” dedi.
Dışarı çıktığımızda çocuklar tören için hazırlanmış bizi bekliyorlardı. İstiklal Marşı ve andımız okunduktan sonra Oğuz Öğretmen kısa bir konuşma yaptı.
“Şimdi çocuklar lojmana girenler bir adım öne çıksın bakalım.” dedi.
O sırada Murat Öğretmen tam arkamda dikiliyordu.
“Hiç suçlu kendiliğinden öne çıkar mı, bununki de işgüzarlık!” diye homurdandı.
Ben de ona dönüp kulağına fısıldadım.
“Az bekle bak nasıl çıkaracak hepsini tek tek.”
Murat Öğretmen bana inanmadı ama az sonra Oğuz Öğretmen eline bir kitap aldı.
“Ben şimdi bu kitaptaki sihirli sözcükleri okuyacağım. Ben okurken camları kırıp da gizleyen öğrencilerin burunları tıpkı Pinokyo gibi uzayacak.” dedi ve bize bir göz işareti çaktı.
Baktım bizim öğretmenler birbirine bakıp omuz silkiyorlar. Öne eğilip fısıldadım.
“Elini burnuna götüreni enseleyin demek istiyor. Gözünüzü dört açın.” dedim.
Öğretmenler de meseleyi anlamıştı.
Oğuz Hoca yüksek sesle:
“Abum, şabum, parabum. Uzasın yalancı burnum!” dedi.
Bir de baktık bizim her zamanki haylazlar tayfasının eli burunlarında. Hepimiz panikleyen çocukları tespit etmiştik.
Oğuz Öğretmen:
“Ahmet, Ruhi, Birol, Bekir ve Celal, gelin bakalım yanıma.” diye bağırdı.
Bu isimler suphanallah boncuğu gibi Oğuz Öğretmen’in karşısına dikildiler. Oğuz Öğretmen bunlara tekrar sordu:
“Camları hanginiz kırdı, mührü hanginiz aldı? Burnunuz iyice uzamadan söyleyin bakalım!”
Bir de baktım bizim yeni öğretmenlerin gözleri yuvasından çıkacak gibi şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlar. O sırada bizim çocuklar bülbül gibi şakımaya başladılar.
“Örtmenim Celal üç tabak cam kırdı. Ahmet karete yapıp ayağıyla dört tabak kırdı. Birol dosyaları yazılara saçtı, Ruhi de mühürü aldı.”
Oğuz Öğretmen Ruhi’nin kulağında tuttu ve hafifçe çekerek:
“Ruhi mühürü niye aldın, nereye koydun? Bu mühür gelecek Ruhi. Git, bul nereye koydunsa.” dedi sonra da diğerlerine: “Şimdi gidip babalarınızı çağırın ve camları taktırsınlar. Sizinle de işimiz bitmedi daha. Şimdilik doğru evlerinize!” dedi.
Aradan on beş dakika geçmişti ki çocukların velileri okula geldiler ve çocukları adına özür dilediler. Allah’tan içlerinden birisi marangoz ustasıydı da camların ölçüsünü aldı ve öğleye doğru camları getirip taktı. Lakin mühür yoktu. Ruhi mühürü çaya attım demişti ama aradık taradık bulamadık.
Ertesi hafta başı Oğuz Öğretmen okula biraz geç geldi. Tabii o gelmeyince Neslihan öğretmen de gelememişti. Yeni öğretmenler çocukları sınıflara alıp derse başladılar. Neyse bir saat sonra Oğuz ve Neslihan Öğretmen geldiler. Meğer mühür yüzünden Milli Eğitimde ifade vermişler. Bir de Oğuz Öğretmen’in tayini çıkmış, şeherde bir okula gidecekmiş.
Öğle arası çay içerken Oğuz Öğretmen yeni öğretmenlere:
“Arkadaşlar ben gideceğim için içinizden birisinin müdür olması gerekiyor. Hanginiz istiyorsa ben ona vekâleti bırakacağım.” dedi.
Fatih Öğretmen:
“Bizim daha asaletimiz bile tasdik olmadı. Neden Neslihan Öğretmen dururken biz müdür oluyoruz? Onun müdür olması gerekmez mi?” diye itiraz etti.
Bu defa Neslihan Öğretmen:
“Arkadaşlar burası köy yeri, burada erkek öğretmen varken bir bayan olarak ben müdürlük yapmam. Hem benim de tayinim çıkacak. Ben liseye branş öğretmeni olarak atanacağım. On beş gün sonra ben de yokum. Siz aranızda anlaşın ve biriniz müdür olsun.” dedi.
Bu defa Fatih Öğretmen atik davrandı.
“O zaman Murat müdür olsun, ben olmam.” dedi.
Ben onun bu çıkışına şaşırmıştım ancak bu defa Murat Öğretmen:
“Ben niye müdür oluyormuşum, Fatih Öğretmen olsun.” demez mi?
Neslihan Öğretmen’le ben gülüşmeye başladık. Ancak Oğuz Öğretmen çok ciddiydi.
“Anlaşıldı bu işi ben çözeceğim. Bak Murat Bey, bu adam daha önce vekil öğretmen olarak çalışmış ve müdürlük de yapmış. O yüzden hem tecrübeli hem de kurnaz. Zira köy okulunda müdürlük demek hamallık demektir. Yükü senin üstüne atıp kurtulacak aklınca. Şimdi bizde bir laf var, çabalayanı çifte koşarlar diye. Ha bir de kalmış kağnıyı koca öküz çeker derler. Fatih Bey senden yaşça büyük ve üstelik de evli. Köylük yerde evli olmanın ayrıcalığı vardır. Bekârı pek içlerine almak istemezler. O yüzden okul müdürlüğünü Fatih Bey’e bırakıyorum ve itiraz da istemiyorum.” dedi. Bu mesele de hallolmuştu.
Aradan bir hafta geçmişti ki Oğuz Öğretmen okuldan ayrıldı. Ancak o okuldan ayrılır ayrılmaz müfettişler okula damladı. Mühür meselesini soruşturuyorlardı. Çocukların tek tek ifadesi alınıyordu. Müfettişler bir iki hafta köyü yol ettiler.
O sırada Neslihan Öğretmen de tayin olup gitti. Okul iki yeni öğretmene kaldı. Köylü kayfede okul iki acemiye kaldı diye homurdanadursun ikisi de çocukları çok güzel okutuyorlardı. Hele matematikten öyle sorular soruyordu ki Fatih Öğretmen benim bile merakımı celbettiğinden her matematik dersinde sınıfın köşesine oturup dersi dinliyor, öğretmenin sorduğu problemleri çözmeye çalışıyordum. Hatta bu problemler köyde milletin diline düşmüştü. Kayfede oturup bu problemleri çözmek için kafa kafaya veren veliler bile vardı. Bu işgüzar veliler bir gün okula gelip öğretmene:
“Öğretmen Bey bizim çözemediğimiz bu problemleri çocuklar nasıl çözecek? Sen bu çocuklara biraz fazla yüklenmiyor musun?” diye çıkıştılar.
Fatih Öğretmen gülerek:
“İyi de ben o problemleri çocuklara soruyorum, size değil ki. Eğer siz çözemiyorsanız ve bu dersi öğrenmek istiyorsanız size de ders vereyim. Çocuklar bu problemleri öyle bir çözüyorlar ki aklınız durur. Ben vermesem zorla istiyorlar. Yapamayana da burada izah ediyoruz. Sadece hiç yapmayana kızıyoruz. Yapmaya çalışacak, yanlış da olsa uğraşacak. Ama yapamadım diye kalem oynatmadan gelmeyecek.” dedi.
O sırada çocuklar da:
“Biz problemleri isteriz.” diye bağrışınca veliler çekip gittiler.
Murat Öğretmen de o yıl yeni konulan İngilizce derslerini veriyordu. Arada onun derslerine girip bir iki kelime bellemeye çalışıyordum. Lakin dilim pek dönmüyordu.
Öğretmenler çok iyiydi de bir kusurları vardı: Çok halim selimdiler. Hatta bu durum Muhtar Kazım Ağa’nın da dikkatini çekmiş olacak ki bir gün okula gelip öğretmenlere:
“Bakın öğretmenler çok iyisiniz, çok ıslahsınız lakin burası köy yeri bu çocuklar azcık sizden çekinmeli. Yoksa bunlar sizi parmağında oynatırlar. Özellikle birkaç çocuk var, bunlarla aileleri de pek ilgilenmediği için hırsızlığa meylediyorlar. Geçen dul bir kadının evine girmişler ve pancar kartını yırtmışlar. Kadının iki gözü iki çeşme. Edemedim gidip pancar dairesinden yeniden kart çıkarttım. Oğuz Öğretmen tatlı sertti. Siz pamuk gibisiniz. Bak bir gün pişman olursunuz. Azıcık disiplin şart.” dedi ve gitti.
Adam evliya mıydı neydi dediği gibi çok geçmedi bir gün okula geldik ki gece yine müdür odasına girilmiş ve tüm dosyalar yerlere saçılmış, öğretmenlerin küçük radyosunun da yerinde yeller esiyor.
Fatih Öğretmen, Murat Öğretmen’e:
“Yahu arkadaş, muhtarın dediği gibi bunlar bizi dağa kaldıracak herhalde. Şu hale bak. Yine evraklar yerlere saçılmış, radyo yok. Biraz sert olalım bence.” dedi.
Ben araya girdim.
“Müdür, müdür asıl senin sert olman lazım. Sen idaresin. İdarenin yüzü azıcık soğuk olur. Askerlik yapmadın mı?” dedim.
Murat da beni tasdik etti.
“Adam doğru söylüyor hocam, Elbette benim de kendime dikkat etmem lazım. Ama sen birazcık sert dur ki biraz idarenin ağırlığı olsun.” dedi.
Fatih Öğretmen hiçbir şey diyemedi. Bayrak töreninde o da Oğuz öğretmen gibi aynı ekibi yanına çağırdı. Bunları azarlayınca başladılar bülbül gibi şakımaya. Sonra radyo geldi. Fatih Öğretmen, müdür odasına girenlerden birisini Okul Malları Koruma Kolu başkanı diğerini ona yardımcı yaptı. Birisini sınıf başkanlığına, diğerini de başka bir göreve getirdi. Sorumluluk altına giren öğrenciler bir daha böyle bir şey yapmadılar. Ne evlere girildi, ne okulun camı kırıldı.
Sahi mühür diyorduk nereye geldik. Okula darphaneden yeni bir mühür geldi. Bir daha mühürün başına bir şey gelmedi. Zira Okul Malları Koruma Kolu başkanı olan Ruhi okulun üzerinden kuş uçurtmuyordu.
Yıllar geçti Ruhi büyüdü, askere gitti geldi. Köyde Çiftçi Malları Koruma Başkanı oldu. O başkan olana kadar ziyancılıktan mustariptik. Adamlar bağı bahçeyi güdüyordu. Ruhi başkan olunca kimse bağa bahçeye mal davar sokamadı. Önceleri birilerinin canı kesilen cezalardan yansa da sonra onlar da bu düzene boyun eğdi. Ruhi daha sonra muhtar seçildi. Köye çok çalıştı. Muhtarlığı bırakmak istese de köylü onu zorla birkaç dönem üst üste muhtar seçti.
Hayta Ruhi köyün en güvenilir, en iş bilir adamı olmuştu Fatih Öğretmen sayesinde. Şimdiki velilerin ve öğretmenlerin hâline bakınca bu hatıralar gelir aklıma. Şimdi kimse kimseye öte git diyemiyor. Çocuklar kral, veliler kraldan çok kralcı, öğretmenler de köle gibi… Sonumuz nereye gidiyor ben anlamıyorum. Anlayan varsa beri gelsin.