61’de bir Almanya furyası başlamıştı memlekette. Radyodaki acanslarda söylediklerine göre 70’lere kadar giden işçilerin sayısı aileleriyle birlikte 900 bini bulmuş. Biz Alamanya’ya gitmeyenler ise köyümüzden ilk kafile ile gidenlerin akıbetini merak ediyorduk. Bir yıl sonra başlarında tüylü şapkalar, ayaklarında iskarpinler, sırtlarında büyük kareli kocaman yakalı Alaman ceketleri, altlarında Alaman pantulları, omuzlarında asılı teyipler ile ilk izne geldiklerinde bize sanki uzaydan gelmiş gibi görünmüşlerdi. Cepleri para doluydu. Bir anda direktör almışlar, tarlalarına tarla katmışlardı. Fiyakalı hallerini gördükçe ve oralar hakkında anlattıklarını dinledikçe biz de onlara özenmeye başlamıştık. Artık her gece rüyalarımızda Alamanya’da bir pavlikede çalışıyorduk.
Alamanya’da düzenini kuranlar kardeşlerini, eniştelerini, kayınlarını tek tek oraya aldırdı. Sonra köyde bir kooperatif kuruldu ve Alamanya’ya gitmek isteyenler buraya yazılmaya başladı. Bu kooperatif sayesinde köyden epey bir adamın daha Alamanya rüyası gerçek oldu.
Aradan on yıl geçtikten sonra ancak anamızı babamızı ikna edip biz de müracaat ettik Alamanya’ya gitmek için ama maalesef kabul edilmemiştik. Sonunda Ankara’da yaşayan bizim köylü Celil’in Beko bir adamını bulmuş. Haberi alır almaz Cılbır’ın Kara Selahaddin, Abdi’nin Kız Mehmet ve ben, üç arkadaş Ankara’nın yolunu tuttuk.
Ankara’ya varınca Ulus’ta ucuz bir otele yerleştik. Akşam Celil’in Beko yanında bir adamla otele geldi. Hep beraber meydandaki bir lokantada karnımızı doyurduk. Beko’nun yanındaki adamın adı Ali Cengiz’di. Çok konuşuyor, kendisini övüyor, uçup kaçıyordu. Alamanya’da iki evi varmış. Biri Münih’te, birisi Hamburg’ta… İki karısı varmış, Türk karısı buradaymış, yakında onu da götürecekmiş. Alaman karısının adı Helga’ymış. Helga’nın babası Göçmen Dairesinde müdürmüş. Onun sayesinde beş yüz kişiyi götürmüş Alamanya’ya. Lakin bu gâvur, adam başına üç bin mark almadan kalem oynatmıyormuş.
Adamı pek gözüm tutmamıştı. Gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Yemeğini yedikten sonra üstüne bir de tatlı söyledi. Elinde bir kürdan, dişlerini kurdalarken bir yandan da bize laf yetiştiriyordu. Neyse son sözünü söyledi:
“Ağalar bu gece üçer bin mark verirseniz sizi ilk gidecek kafileye yazdırırım. Zaten müracaatınız olduğu için başka bir evraka gerek yok. Beko size birer paşaport çıkaracak. Yarın bu işi halledin. Paşaportlar hazır olunca üç gün içinde Alaman konsolosluğundan işçi vizesi alacağım. Sonra ben de sizinle birlikte trenle Münih’e gideceğiz.”
Köyden çıkmıştık bir kere yapacak bir şey yoktu. Kuzu kuzu paraları teslim ettik. Adam hesabı da bize yıkıp Beko ile beraber çıktı gitti. Biz de üç arkadaş otele döndük. Adamdan ne senet almıştık ne sepet. İçimden Allah vere de dolandırılmasak diye dualar ediyordum.
Otel dediysek öyle dört başı mamur bir yer değil. Eski handan bozma bir yer. O gece tahtakurusundan mı, yoksa benim evham ve hüsnükuruntumdan mıdır nedir sabaha kadar uyuyamadım. Ha bir de Cılbır’ın Kara Selahattin’in sabaha kadar kara tren gibi horlaması da cabası…
Kız Mehmet de uyuyamamış olacak ki daha sabah ezanı okunmadan bana:
“La İrfani ne dönüp duruyon suyu coşmuş değirmen taşı gibi. Uyumadığın belli, hiç olmazsa kalk da Hacı Bayram’a gidip namazı kılalım.” diye seslendi.
Ben daha ayağa kalkmadan akşamdan beri kara tren düdüğü gibi öten Kara Selahaddin yerinden fırlayıp:
“Şart olsun ben de uyuyamadım. Haydin kalkın namaza gidek.” demez mi?
Şeytan koltuğuma girdi. Gül Allah gül. Ben gülmekten konuşamıyorum emme bizim Kız Mehmet gayet ciddi bir şekilde:
“Aha yalanını şeytan yüklensin, lan akşamdan beri Keşgöz’ün eşşeği gibi anıran sen değil miydin?” diye lafı yapıştırdı.
Benim gülmeler daha da bir coştu. Neyse efendim uzun lafa gerek yok, bilirsiniz ben çok konuşmasını sevmem, namaza gittik. Namazdan çıkınca orada bir yerde çorbalarımızı içtik. Sonra yürüyerek Beko ile sözleştiğimiz yere gittik. Paşaport işlemlerimizi de hallettik.
Üç gün sonra Ali Cengiz yanımıza geldi, biletlerimizi ve vizelerimizi aldığını söyledi. Önce otobüsle İstanbul’a gittik. Sonra Sirkeci garında trene binip Alamanya’ya hareket ettik. Üç gün süren yolculuktan sonra Münih garında trenden indik. Paşaport kontrolünden sonra Ali Cengiz bir taksi tuttu ve bizi adına pansiyon dedikleri otel gibi bir yere götürdü. Yemeklerimizi orada yedikten sonra:
“Şimdi siz bu gece burada kalın. Yarın sabah erkenden gelip sizi çalışacağınız yere götüreceğim. Haydi Allah rahatlık versin.” dedi çekti gitti.
O gece orada kaldık. Ben hâlâ bu adam bize bir dalavere çevirecek diye bekliyordum. Neyse gece yarısı kaldığımız odanın kapısı çaldı. Kapıyı açtım bir de baktım Ali Cengiz kapıda. İçimden bir “çok şükür” çektikten sonra onu içeri buyur ettim. Bana:
“Hemen aşağıya inin. Kahvaltı edip buradan ayrılacağız. Eşyalarınızı unutmayın.” dedi.
Daha sabah namazı vakti bile girmemişti. Tahta bavullarımızı kaptığımız gibi aşağıya indik ki oteldeki herkes ayakta. Meğer burada âdet böyleymiş. Günler kısa olduğundan gece yarısı iş başı yapılır, gün batınca paydos edilirmiş. Kahvaltımızı ettikten sonra dışarı çıktık. Ali Cengiz manda kasa bir Mercedes taksi ile gelmişti. Taksiye bindik ve otelden ayrıldık. Ali Cengiz bize:
“Arkadaşlar, maalesef üçünüz aynı yerde değilsiniz. Mehmet arkadaşın yeri buraya 50 km uzakta bir kasabada. Önce onu bırakalım. Sonra sizi yerinize bırakacağım.” dedi.
Önce Kız Mehmet’i çalışacağı pavlikeye bıraktık. Allah’tan orada bizim köyden iki kişi daha varmış. Lakin ayrılırken birbirimize sarılıp ağladık. Ayrılmak çok zor oldu. Sonra Ali Cengiz bizi köy gibi yere getirdi.
“Ağalar maalesef sizin bonservisiniz olmadığı için burada çiftlikte çalışacaksınız. Selahattin şu domuz çiftliğinde İrfani de köyün çıkışındaki bir süthanede çalışacak. Bundan sonra çalıştığınız yerde yatıp kalkacaksınız. Merak etmeyin ikinizin patronu da aynı kişi. Size itimat ederse köydeki çiftlik evinde kalmanıza müsaade edecek. Ama şimdilik gözüne girene kadar ayrılacaksınız. Gerçi istediğiniz zaman birbiriniz görürsünüz.” demez mi?
İkimiz de sesimizi çıkaramadık. Önce Kara Selahattin’i domuz çiftliğine bıraktık. Burası leş gibi kokuyordu. Selahattin domuzları görünce yüksek sesle iyi bir küfür savurdu. Ali Cengiz hemen araya girdi.
“Bak Selahattin bu adamlar küfürlü sözleri bilirler. Sizden önce buraya gelen Türk işçiler onlara bu sözleri öğretmiş. Başını belaya sokma. Önce polise şikâyet ederler. Alamanların hapishaneleri pistir. Altı aydan önce sizi kimse çıkaramaz. Sonra da sizi geri postalarlar. Dilinize sahip olacaksınız.” diye uyardı.
Bu sırada sarı kafalı bir adam çıktı içerden. Ali Cengiz ona “Hans mans” diye gâvurca bir şeyler söyledi. Adam iki de bir “ya, ya” deyip durdu.
Sonra bize döndü:
“Paşaportlarınızı verin.” dedi. Çıkarıp verdik.
Bu arada Kara Selahattin:
“Ali ağa bonservis de nedir? Deminden dedin ama ben anlamadım. Bizim Kız Mehmet’in bonservisi varmış da bizim niye yokmuş? O da para verdi biz de. Biz niye pavlikede çalışmıyoruz da domuz çiftliğinde çalışıyoruz?” diye sordu.
Ali Cengiz, bir ona baktı bir de bana. Sonra alaycı bir yüz ifadesiyle cevap verdi.
“Selahattin kardeş senin jeton eğer hep böyle geç düşecekse işimiz var demektir. Madem kafan karıştı, deminden niye sormadın? Bonservis sizin daha önceden bir işte ustalığınız varsa, bir meslek erbabı iseniz oradan verilen belgedir. Senin beğenmediğin ve “Kız” diye dalga geçtiğin Mehmet’in aşçılık belgesi varmış. Adam pavlikeye aşçı olarak girdi. Sizin alacağınız paranın en az üç misli maaş alacak. Hem de sizden daha az çalışacak. Alamanya’ya gitmek için kayıt olduğunuzda sizden istemişler bu belgeleri. Siz de böyle bir şey ibraz etmediğiniz için evraklarınızda isimlerinizin karşınızda “vasıfsız eleman, hayvan bakıcısı” yani “çoban” yazıyordu. O yüzden Alaman devleti sizi çiftliğe verdi. hatta müracaatınızın kabul edilmemesi de bu yüzdendi.”
İkimizin de ağzı açık kalmıştı.
“Tevekkeli adama Kız Mehmet diye isim takmıştık aşçılık ediyor diye. Görüyon mu bak şimdi onun işine yaradı. Biz kaldık sap gibi.” dedim.
Selahattin durur mu, önündeki bir su bidonuna tekmeyi patlatıp hemen bir küfür daha yapıştırdıktan sonra:
“Çoban olduysak domuz çobanı değildik ya!” diye diklendi.
Bana geldi yine bir gülme. Ban gülüyorum diye Alaman huylanmasın mı? Hemen bizim Ali Cengiz’e bir şeyler söyledi. Ali Cengiz de ona cevap verdi. Ama adam küplere binmişti bir kere. Bağırıyor, çağırıyor, o da sağı solu yumrukluyordu.
Ali Cengiz bize döndü:
“Her Hans, Selahattin’i burada istemiyor.” dedi.
İkimiz de şaşırmıştık.
“Niye?” diye sorduk.
Ali Cengiz sinirli bir şekilde:
“Adam bana Selahattin’in neden bağırdığını senin neden güldüğünü sordu. Ben de durumu anlattım. Biz Müslümanlar domuzu sevmeyiz, o yüzden bu arkadaş tepki gösterdi. Diğeri de onun durumuna güldü dedim. O da ‘Bu adama domuzlarımı emanet edemem. Bu onları öldürür. Onu geri gönder. Gerekirse diğerini de gönder.’ diyor. Ne yapacağız şimdi?” diye sordu.
O sırada Hans denen sarı kafa hışımla direktörüne bindi ama bir türlü çalıştıramadı. Selahaddin de ona doğru yürüdü. Biz de sandık ki adama saldıracak. Ali Cengiz peşinden bağırdı.
“Lan nereye gidiyorsun delibozuk, başımızı belaya mı sokacaksın?”
Selahattin geri döndü gülerek:
“Yav şunun direktörüne bir bakayım dedim, yazıktır uğraşıp duruyor. Niye çalışmadı acep?” demez mi? İkimiz de şaşırmıştık.
Ali Cengiz:
“Ulan adam ‘Bana saldırdı.’ diyecek şimdi, manyak herif sen direktörden ne anlarsın?” diye bağırdı.
Bu sırada Alaman hâlâ direktör ile uğraşıyordu.
Selahattin yine sırıtarak:
“Ben askerde kademede çalıştım. Motordan anlarım.” demez mi?
Ali Cengiz de ben de şoktaydık. Ali Cengiz bu defa:
“Lan motordan anlıyordun da neden bir bonservis almadın geri zekâlı. Seni daha iyi bir işe verirlerdi.” dedi.
Selahattin, elini boş ver dercesine sallayıp direktörün sağını solunu incelemeye başladı. Hans da onu izliyordu. Sonra bizim Ali Cengiz’e bir şey sordu. O da ona bir şeyler dedi. Nihayet bizim Selahattin direktörü çalıştırdı.
Deminden beri suratı düşen Hans’ın yüzü gülmeye başladı. Yine Ali Cengiz’e gavurca bir şeyler söyledi. Ali Cengiz’in de yüzü güldü. Bize dönerek:
“Haydi yırttınız. Adam Selahattin’i direktör şoförü olarak işe alıyor. Domuzlara başkası bakacakmış. Şimdi diğer çiftliğe gideceğiz. İkiniz aynı yerde kalacaksınız.” demez mi? Sevinçten göbek atacak durumdaydık.
Sonra bana döndü:
“Sen yine ineklere bakacaksın. Boşuna sevinme!” dedi.
Aklım başıma gelmişti. Öyle ya ben niye seviniyordum ki, çobanlık bana kalmıştı. Neyse en azından deli-meli, yanımda bir köylüm vardı.
Hep beraber köy gibi bir yere gittik. Adamın iki ahırı vardı. Birisinde sağılan inekler duruyormuş. Burası bizim ahırlara hiç benzemiyordu. Hayvanlar da iri yarıydı. Bu ahırda yüz kadar inek vardı. On ineğin aynı anda makine ile sağıldığı ayrı bir sağımhanesi vardı. Diğer ahırda birbirinden ayrılmış bölmelerde dana ve düveler duruyordu. Buzağılar için de kulübeler yapılmıştı. Ahırların yanında bir bakıcı evi vardı. İki oda bir mutfak, bir de salon. Tuvaleti, banyosu da ayrı ayrı yapılmıştı. Biz burada kalacaktık.
Ali Cengiz paşaportlarımızı Hans’a verdi. Hans birkaç evrak imzaladı. Sonra Ali Cengiz’e bir zarf verdi. Zarfı alan Ali Cengiz bize döndü:
“Bakın ağalar, kimsenin işine karışmadan size ne gösterildiyse, ne vazife verildiyse onu yapacaksınız. Sakın kimse ile kavga etmeyin. Hans’ın haberi olmadan çiftlikten ayrılmak, köyde gezmek yasak. Kardeş kardeş geçinin. Her ay Hans hesabınıza aylığınızı yatıracak. Bu parayı siz memlekete izne giderken elinize toplu verecek. Bu arada tüm masraflarınızı o karşılayacak. Yani yemeniz, içmeniz, üstünüz, başınız ona ait. Ben iki ayda bir geldiğimde bir miktar para çekip sizin adınıza memleketinize göndereceğim. Şu anda geçici vizeniz var. Yani altı ay sonra vizeniz bitiyor. Bunu daimiye çevirmek sizin elinizde. Hans sizden memnun kalırsa vizenizi daimiye çevirtecek. Memnun olmazsa sizi memlekete geri postalar bilmiş olun. Şimdi bana müsaade.”
Ali Cengiz bizi orada bırakıp gitmişti. Şimdiye kadar da bir sorun çıkmamıştı. Ama hâlâ ona güvenmiyordum.
Birkaç gün zorlansak da sonunda buraya alışmıştık. Hans’ın yanına gelenlerle de ahbap olmuştuk. El kol işaretleri ile onlarla anlaşmaya çalışıyorduk. Gerçekten de Hans bizim tüm ihtiyaçlarımızı görüyordu. Biz de sürekli çalışıyorduk. İnekleri makine ile sağmayı öğrenmiştik. Selahattin bana direktör sürmeyi de öğretmişti. Memlekete ayda bir mektup yazıyorduk. Hans mektuplarımızı postalıyor, mektup gelince de bize hemen getiriyordu. İki ay sonra Ali Cengiz bizi ziyarete geldi. O gelince gariplendik sanki memleketten gelmiş gibi sevindik. Hiç gözümüz tutmadığı halde ona sarılıp ikimiz de ağladık. O da gözü sulunun tekiymiş. Bizim bu hâlimize Hans da şaşırmıştı. Neyse o gün bizim için çok farklı bir gün olmuştu. Onun sayesinde memlekete biraz para gönderdik.
Günler günleri kovaladı. Kış geçti, bahar geldi. Selahattin Hans’ın tarlalarını sürüyor, Hans’ın akrabalarının da direktörlerin ufak tefek tamir ve bakımlarını yapıyordu. Hans bizim gibi arpa buğday ekmiyordu ama inekleri için ot ve kırmızı pancar ekiyordu. Ben de arada onunla gidiyor, direktör sürüyordum.
Hans, artık köy içinde gezmemize de bir şey demiyordu. Köydeki herkes bizi tanıyordu. Altı ay dolmak üzereydi. Hans da bizi sevdiğine göre daimi işçi olabilecektik ve bu sayede memlekete izinli olarak gidebilecektik. Ancak ta ki o gün beklenmedik bir şey olana kadar. O gün Hans yanımıza bir hışımla gelip bağıra çağıra bize bir şeyler söyledi. Lakin ne dediğini anlamıyorduk. Kızdığı belliydi ama neye kızdığını bilmiyorduk.
Ertesi günü sabah bir de baktık Ali Cengiz kapıda. Yüzünden düşen bin parça. O gelince Hans da geldi ve dün akşamki gibi gâvurca bağırmaya başladı. O susunca Ali Cengiz bize:
“Beyler maalesef Alamanya maceranız buraya kadarmış. Hans bu gün buradan gitmezseniz sizi polise şikâyet edecekmiş. Çok büyük bir kabahat işlemişsiniz. O yüzden sizi burada istemiyor.” dedi.
Biz şaşırmıştık.
“Ne suçu, ne yapmışız?” diye sordum.
Ali Cengiz de Hans’a bir şeyler sordu. O da ona yine bağıra çağıra bir şeyler söyledi. Ali Cengiz bize tercüme etti.
“Siz Hans’ın kız kardeşine ait kabakların köklerini kesmişsiniz ve bu yüzden kabakları kurutmuşsunuz. O kabaklar süs kabaklarıymış. Kadın o kabaklardan hediyelik eşya yapıp satıyormuş. Zararını maaşınızdan kesecekmiş.”
Ben bir şey anlamamıştım.
“Ne kabağı? Benim bir şeyden haberim yok.” dedim.
Benim bu sözüm üzerine Ali Cengiz şaşırmıştı. Kara Selahattin’e baktım süt dökmüş kedi gibi yere bakıyordu. Ben ağzımı açmadan Ali Cengiz bağırdı:
“Hayırdır Selahattin, senin sesin çıkmadığına göre bu iş senin başının altından çıktı demek ki. Söyle bakalım ne oldu.”
Selahattin homurtulu bir ses ile:
“Benim bu su kabağına karşı gıcıklığım var. Bir baktım bizim ahırın dış duvarlarına kabak sarmış. Ben de her gün bir kökü kestim. Şimdiye kadar kimse farkına varmamıştı. Demek ki birisi beni gördü.”
Ali Cengiz neredeyse cinnet geçirecekti. Bağırarak:
“Sen deli misin be adam, sana ne elin kabağından! Şimdi iyi mi oldu?”
Kara Selahattin yine bir küfür savurdu ve biraz da sesini yükselterek:
“Yahu siz de beni anlayın. Su kabağı görünce dayanamıyorum. Bizim orada bu meretin içini çıkarıp kuruturlar ve kevgir yaparlar. Onunla da ölü yıkarlar. Ben de, hem dışıyla ölü yıkıyorlar hem de içini yemek yapıp yiyorlar diye nefret ettim su kabağından. Gördüğüm zaman kendimi tutamıyorum, kökenini kesiyorum.”
Bu söz üzerine Selahattin’e olan öfken bir anda sönmüştü. Zira ben de su kabağından nefret ederdim. Ulan bir de bu mereti kurutup kışın bile yemek yapmaları aklıma geldi. Midem yerinden kalktı. Ama benim şeytanımın aklına gelmezdi kabak köklerini kesmek.
“Ulan ben de nefret ederim bu soykadan. Eline sağlık iyi yapmışsın. Bu dürzü kesin bu kabakların içini de bize yedirirdi. Ulan bu kadar emeğimize karşılık bir kabak için bizi işten çıkarıyorsa çıkarsın.” dedim.
Benim bu çıkışıma Selahattin de Ali Cengiz de şaşırmıştı. Ama Ali Cengiz’in şaşkınlığı çabuk geçti. Gülerek:
“Ben de nefret ederim bu meretten. Lakin kökünü kesmeseymişsiniz.” dedi
Bu arada yuvasında fıldır fıldır dönen gözleriyle Hans da bize bakıyor, söylediklerimizi anlamaya çalışıyordu.
Ali Cengiz Hans’a gâvurca bir şeyler söyledi ama Hans’ın el kol hareketlerinden onun dediklerini kabul etmediği anlaşılıyordu. Ali Cengiz sonra bana bakarak Hans’a bir şeyler daha söyledi. Hans da yine ellerini havaya kaldırarak ona bir şeyler söyledi. Ali Cengiz bize döndü:
“Önce bu adamlar kaç aydır burada dürüstçe çalıştılar. Ter akıttılar. Bu kadar basit mi, kabakları kesti diye işlerini son veriyorsun dedim. Bana “çalıştılarsa maaşlarını aldılar, kesinlikle onlar buradan gidecek.” dedi. Ben de “kabakları kesen Selahattin’miş, İrfani’nin suçu ne? Hiç olmazsa o kalsın” dedim. Valla İrfani kardeş onu da kabul etmedi. Hans’ın bacısı Türkler gidecek diyormuş başka bir şey demiyormuş. Yapacak bir şey yok. Hemen valizlerinizi toplayın.” dedi.
Ben arkadaşım olmadan zaten burada kalmazdım. Anca beraber kanca beraber.
“Bir Alaman için din kardaşımı, akrabamı satacak değilim. Bu Alamanya artık bana kabak tadı vermişti. Yurdumu yuvamı çok özledim. Ben memleketime seve seve dönerim.” diye cevap verdim.
Bu şekilde Alamanya maceramız sona ermiş oldu. Münih’ten tirene binip İstanbul’a döndük. Sirkeci garında trenden indik. Allah’tan Hans kabaklar için kesinti yapmamış, tüm paramızı vermişti. Ali Cengiz de bize Türkiye’de iken aldığı paranın beş yüzer markını iade etti. Adamın boşuna günahını almışım. Meğer asıl üçkâğıtçı bizim Beko’ymuş. Asıl avantaları o alıyormuş. Adama bin mark verip gerisini kendisi almış. Ali Cengiz, bizim için beşer yüz Mark para harcamış zaten. Bu parayı da özellikle kendisi de kabaktan nefret ettiği için geri verdiğini söyledi.
Alamanya’dan ayrıldıktan üç gün sonra yine Sirkeci garındaydık. Selahattin bana:
“Kardeş burada iş bulup çalışalım. Köyün diline düşmeyelim. Güz gelene kadar burada kalalım.” dedi.
Bu teklif benim de aklıma yatmıştı. Eminönü’nde bir arkadaşım vardı. Onu bulduk. Durumu anlattık. O da bize bir inşaatta iş buldu. Ben zaten duvar ustasıydım, Selahattin de kalıpçıydı. Bir ay kadar çalıştık. Bir gün malzeme bittiği için işten erken çıkmıştık. Eminönü’ne gidip balık ekmek yiyelim dedik. Eminönü’nde balık ekmeklerimizi yedikten sonra Beyazıt’a doğru yürümeye başladık. Tam üç katlı bir apartmanın önünden geçiyorduk ki Selahattin:
“Hay kökü kuruyasıca beni burada da mı buldun?” dedi ve apartmana doğru hızla yürümeye başladı. Ben ne oluyor diye anlamaya çalışırken bir de ne göreyim? Kaldırımdaki ağacın dibine su kabağı dikilmiş, o da üç katlı apartmanın çatısına kadar sarmıştı.
Ben olanları anlamaya çalışırken bizim Kara Selahattin belinden çakısını çıkarıp kabak köklerini kesmeye başladı. Selahattin yine yapacağını yapmıştı. Her ne kadar ona kızsam de ağzımı açmadım ama oradan hemen uzaklaştık. Bir hafta sonra yine o sokaktan geçtiğimizde bir de baktık ki kadınlar toplanmış kuruyan kabak köklerini temizliyorlardı. İkimiz de bıyık altından gülüyorduk ki kadınların arasından altı yedi yaşlarında bir velet bizi göstererek:
“Mualla teyze senin kabakları kesenler bu adamlardı.” demez mi?
Kadın bir çığlık attı arkasından ağzımıza yüzümüze ettiği küfürler peş peşe geldi. O sırada diğer kadınlar da ellerine ne geçtiyse bize atmaya başladılar. Biz de koşmaya başladık ama kadınlar attıkları taşlarla kafamızı, gözümü yarmıştı. Can havliyle nasıl koştuysak neredeyse çatlayacakmışım. Kendime geldiğimde baktım ki Beyazıt Camiinin avlusundaydık. Eminönü’nden ne ara buraya gelmiştik, o yokuşu ne zaman çıkmıştık ben bile anlayamadım. Su kabağı bizi Alamanya’dan kovdurmuştu şimdi de neredeyse İstanbul’dan da kovduracaktı.