Hastalık bir defa başlamaya görsün, çorap söküğü gibi ardı arkası kesilmez artık. Önce baban, sonra anan, karın derken ırmak suyu gibi gelir peşinden. Atalar boşa mı demiş: “Üzüm üzüme baka baka kararır.” diye. Sen de başlıyorsun başımdı, dişimdi, şekerdi, tansiyondu derken önce hapların ne işe yaradığını, sonra hangi ağrıların hangi hastalıktan geldiğini öğreniveriyorsun. Gidip gele gele, yarım doktor olmuşsun çoktan.
Neyse, bir gün rahmetlik babam “Başım ağrıyor.” dedi.
Tabii şimdi olduğu gibi her evde tansiyon aleti, ateş derecesi, şeker çubuğu yok o zaman.
Hele bir de daha eskileri düşünün, hani “Kadısı Kamalak, müftüsü çam.” derlerdi ya. O zaman en iyi ilaç, ağızda dolaşanlar. Bilmem neyin suyu, bilmem neyin kökü. Hatta bir kişi apandisit olmuş da vay efendim sancı var diye bastırmışlar sıcak tandırı. Maraş’a yetişemeden apandisti patlayıp da rahmetlik olmuş. Daha neler neler, her neyse…
“Neren ağrıyor baba?” diye sordum.
“Başım çok kötü ağrıyor. Sarımsaklı yoğurt da içtim ama geçmedi.” dedi.
“Hazırlan!” dedim, “Seni Maraş’a götüreceğim.”
Yola çıkmak için hazırlandı, koluna girerek merdivenden indirdik. Yollar virajlı, rampalı, çakırlı çukurlu. Kâh çukura düşerek kâh hızını keserek; kapılardan ve makaslardan gelen tıkırtılara aldırmadan geldik hastaneye. Çabucak arabanın kapısını açtım ve babamın koluna girerek acile girdirdim. Girdik girdirmesine de burada acil yazısından başka acili belirten hiçbir emare yok.
Acilin girişinde sandalyelerde bekleyen insanlar, hastalar mı yoksa hasta yakınları mı pek anlayamadım. Orada boş olan bir sandalyeye oturttum babamı. Etrafı rastgele seyretmeye başladım. Kimseden bir ses yok.
Baktım olmadı, hemen bir hemşireye yaklaşarak “Affedersiniz, babamın rahatı pek yok, ne zaman bakacaksınız?” dedim.
Hemşire şöyle bir yüzüme baktı. “Biz ne yapıyoruz, boş mu duruyoruz sanki! Sırası gelince bakacağız.” dedi.
“İyi” dedim kendi kendime. Buna da şükür, sırası gelince dedi. Ya “kalabalık etme” deseydi diye düşündüm.
Tabii o zamanlar böyle doktorla, hemşireyle konuşmak pek kolay değil. Doktorla, hemşireyle samimiyet kurabilen kişi kendini önemli bir kişi olarak addeder. Kimin haddine böyle dostluklar kurabilmek. Epey bekledik.
Arada bir ben babama soruyorum “Nasıl rahatladın mı?” diye.
“Yok!” diyor.
Tam sıra yaklaştı derken, kanlar içinde acil bir hasta gelmesin mi? “İşte şimdi hapı yuttuk.” dedim. Silah mı patlatmış, ne olmuşsa.
Başladık yeniden beklemeye. Bu telaşın koşturmanın içinde hemşirenin yanına zaten yaklaşılmaz. Hadi bir şey demekten vazgeçtik, Allah vere de başka biri gelmese. Ne bileyim ben, koskoca şehrin tek hastanesi sayılır neredeyse. Silah patlatan, damdan düşen, yılan sokan, aklına ne gelirse oluyor işte.
Derken büyük bir telaş ve koşuşturma sonunda hastayı çıkardılar da biz de umutla beklemeye başladık. Bir kişiyi çağırdılar oturanlardan. İki kişi daha var bizden önce. İnşallah muayeneleri fazla uzun sürmez de daha fazla beklemeyiz.
Nihayet sıra bize geldi. Önce bir tansiyona baktılar, sonra sağına soluna bir alet tuttular, derken muayene şimdilik bitti.
Deminki konuştuğum hemşire:
“Amca, aç bakalım ağzını, sana bir dilaltı verelim. Tansiyonun fırlamış, hayırdır teyzem mi kızdırdı yoksa seni?” dedi.
Babam hafifçe bir tebessümle, beyaz ve tertemiz görünen o sakalını sıvazlayarak:
“Yok be kızım, teyzenle ne işi var tansiyonun?” dedi.
Hemşire dilinin altına hapı yerleştirdi ve “Acele etme, orada erisin.” dedi.
Babam yatağa uzandı. Beyazlıklar arasında kalan güleç ve samimi yüzüyle yakışıklılığından pek fazla bir şey kaybetmemişti. O masum ve samimi bakışları arasında daldı, gitti.
Beklemek beni hiç sıkmazdı nedense. Bazen de hoşuma giderdi. Çantamda mutlaka bir kitabım olurdu. Hemen çantayı açtım ve Pierre Loti’nin Hayal Kadınları adlı eserini okumaya başladım.
Bir otuz dakika böyle dalıp gitmişim. Hap çoktan erimiş, babam da sızmış sırtüstü uzanınca rahatlamış. Günün de yorgunluğu olmalı mutlaka. Ta ki hemşirenin aklına düşüp de yeniden tansiyon ölçene kadar bekledik.
Hemşirenin sesi beni kitaptan ayırdı. Tam dalmışken:
“Hastanız tamam, rahatladı.” dedi. Yerimden kalktım, iç bölmeye gittim. Babam da ayaklanıyordu, koluna girip tekrar arabaya bindirdim. Arabayı çalıştırmadan yüzüne baktım
“İyi misin?” dedim.
“İyiyim çok şükür.” diye karşılık verdi.
“Seni kızlardan birine bırakayım, öğle sonu da köye gideriz.” dedim. ‘Olur’ anlamında başını salladı. Onu en yakın olan eve bıraktıktan sonra çarşıya çıktım.
İşimi bitirip de tekrar babamı almak için döndüğümde, rengi hafifçe solmuş, saçlarının dökülmeyen yerleri ıslak bir hâlde, gözleri dışarı fırlamışçasına korktuğunu ve korkunun duygularını allak bullak ettiğini gördüm. Babamı bu perişan hâlde görünce aynı korku ve şüphenin bilinmezliğinde afalladım. İlk yeltenmede soramadım ne olduğunu, yeniden kendimi zorladım, soracağım soruyu sorabildim.
“Hayırdır baba?” dedim ürkek bir sesle.
“Başım ağrıyor, başımı soğuk suyla yıkadım ama geçmedi. Bir tarafımda da hafif bir uyuşma var.” diye söylediği sözler ağzından bölük parça dökülüyordu sanki. Babam nasıl hazırlandı, evden nasıl çıktık, buraya nasıl geldiğimizi hatırlamıyordum.
Hastanedeki hengâme yine devam ediyordu. Gelenler, gidenler, hemşirelerin koşuşturması ve yıldırım gibi odasından çıkıp, geri aynı telaşla gelen doktorlar… Hemşirenin yanına sokuldum, durumu anlattım. Yüzüme bakmadan:
“İçeri geçin de bir tansiyonuna bakalım.” dedi.
İçeri geçtik, tansiyonunu ölçtü.
“Gayet güzel tansiyonu.” dedi.
Sinirim tepeme çıktı. Ağır söz söylememek için kendimi zor tuttum.
“Bir yanında uyuşma var, bu bir felç belirtisi olmasın hemşire hanım.” diye uyardım.
“Bir şey yok, işte sen de gördün, ölçtük tansiyonunu.” diye tersledi.
Ben ısrarı bırakmıyordum.
“Hanımefendi, eğer bir şey yoksa niye bir yanı uyuşuyor? Siz sabahleyin de ölçtünüz. Bir şeyi yok diye gönderdiniz. Siz doktor musunuz, hemşire misiniz anlamış değilim! Biliyorsanız yapın, yoksa defolup gidin de bilenler gelsin!” diye haykırdım.
Sinirim kontrolümü devre dışı bırakmaya başlamıştı.
“Ne bileyim ben!” dedi hemşire “Biraz kibar olsan iyi olur.” derken rengi iyice atmış ve kızarmıştı.
Sakinleşmemiştim. Sesimi daha da yükselterek yeniden bağırdım:
“Ben de senin bilmeni istemiyorum zaten! Doktoruna sorsana ya da doktorunu çağırsana.”
Hemşire hiçbir şey söylemedi, pis pis suratıma baktı ve gitti.
Biraz sonra doktor önde, hemşire arkada geldiler içeriye. Yeniden tansiyona baktı. Doktor bir iki soru sordu ve “Bir şeyi yok.” dedi.
“Ama Doktor Bey!” dedimse de aldırış etmedi. “Bunlar da doktor!” diye mırıldandım, duyup duymadığını bilmiyorum.
“Bir saat hasta burada kalabilir mi?” dedim hemşireye.
O hiç yüzüme bakmadan:
“Gelen olmazsa yatsın.” dedi.
Takındığı tavır, “değmezsin ama…” der gibiydi.
Orada bir tanıdığım vardı ve güzel bir insandı. Hemen onun yanına çıktım ve durumu anlattım. Biraz düşündükten sonra:
“Nöroloji doktorumuzun bugün polikliniği yok, eczanede. İstersen onunla görüş.” dedi.
Doğru eczaneye gittim. Eczanedeki görevliye sordum. Namaz kılan birini gösterdi. Selam verdi, bizi yan gözle hafif bir süzdü ve duasını bitirdikten sonra karşımızdaki sandalyeye oturdu.
“Buyurun.” dedi.
“Babam rahatsız. Sabahleyin hastaneye geldik, tansiyonu vardı. Dilaltı hapıyla düşürdüler. Daha sonra gittik, bir tarafında uyuşma başladı. Doktora durumu anlatıyoruz. Bir şey yok diyor. Ben felç başlangıcı diye tahmin ediyorum. Hocam size zahmet olmazsa bir muayene etseniz.” dedim.
“Ben poliklinik yapmıyorum, buradan da gitmem doğru olmaz.” dedi.
Konuşurken, sanki karşısında birisi yokmuş gibi konuşuyordu.
“Anladım da Hoca’m, zor durumdayız ama…” diye ne kadar içinde bulunduğumuz durumu anlatan tarzda bir üslupla konuşsam da adamın tınladığı yoktu.
“Polikliniğim yok dedim ya!” diye sesini hafifçe yükseltti.
“Çözüm?” derken biraz da alayvari söylemiştim.
“Muayenehane(!)” dedi.
“Hoca’m, ücreti neyse verelim, bizi yormayın.” dedim.
“Kesinlikle burada bakamam.” dedi.
Para sesini duyunca doktorun tavırları değişmişti ama ‘korkusu vardır’ demek ki diye düşündüm.
“Yer neresi?” diye sordum.
Anlaşılır biçimde tarif etti. Âdeta içim içime sığmıyordu. Kendi kendime konuşuyordum:
“Sen hasta bir adamı on metrelik bir mesafe varken bakmayacaksın. Üç kilometre ötedeki muayenehanene göndereceksin. Bu ne biçim doktor be! Keşke doktor olacağına bankacı olsaydın, akşama kadar durmadan para sayardın! Buna insan sevgisi öğretilmemiş mi acaba? İçinde insan sevgisi olmayan, insana ne verebilir ki!”
Böyle sesli sesli düşünerek babamın yanına kadar gittim. Arabaya zor bindirdik onu. Sanki vücut kendi kontrol mekanizmasını tamamıyla bırakmış bir ceset gibiydi. Oradan geçen bir delikanlıdan yardım istedim. Uzunoluk Pastanesinin önünden nasıl geçtiğimi bilmedim, sinirim hâlâ geçmemişti. Arabayı park ettim. Yine yoldan geçen bir gençten rica ederek babamı beraber yukarı çıkardık.
İçeri girdiğimizde doktorun çoktan gelmiş olduğunu gördüm. Doktor da bizi bekliyordu zaten. Hastanede yüzünden düşen bin parça olan doktor, ayağa kalkarak ve tebessümle:
“Hoş geldiniz, bayağı geciktiniz.” dedi.
Eczanedeyken zoraki karşılık veren doktor, centilmen ve kibar bir adam durumuna gelivermişti. Babamı muayene ederken bana döndü.
“Yanlış anlama, hitap edebilmem için gerekli, isminiz neydi?” diye sordu. Az öncesinde benim varlığımı bile görmeyen doktor, şimdi ismimle ilgileniyordu. Hem de kibarlık görüntüsünden bir şey kaybetmeden.
“Rasim.” dedim.
“Memnun oldum Rasim Bey.” dedi.
Doktorun tavır ve hareketlerindeki bu değişiklik karşısında hayretler içinde kaldım. ‘Bu nasıl bir iş?’ dedim kendi kendime. Anlam veremediğim bu düşünceler bir lastik gibi sündü zihnimde. Eczanede konuştuğumuzda varlığımın bile farkında olmayan doktor, muayenehanesinde ismime bile özen gösterecek kadar hassas ve zarif bir insan oluyordu.
Oysa bu adam iki adım ötesindeki bir hastayı muayene etmekten kaçıyor ve muayenehanesini adres gösteriyordu. Bunlar Hipokrat yemini etmiş kimseler değil miydi? Her türlü şartlarda ayrım yapmadan insan hayatını her şeyin üstünde görmeyecekler miydi? Yasaklar varsa, bu yasaklar bir insan ömründen daha mı önemliydi? Bu ve buna benzer düşünceler, deniz dalgaları gibi kafamın çeperini zorluyordu.
‘Doktorluk ve namaz’ dedim kendi içimden. ‘Ne kadar güzel bir hadise, Allah’ın bir insana bunların ikisini de kısmet etmesi ne kadar hoş bir şans. Ama sen bunları ne kadar kullanabiliyorsun? Kim bir insanı diriltirse, tüm insanları diriltmiş gibi bir hayrın sahibi olmaz mı? Allah’ını bilen ve seven bir insan, can çekişen bir hastaya yardım etmekten nasıl kaçar?’
Bu soruların karşılığının boşta kalması ve karşına kutsallarla çıkan bir insanın hareket noktasına parayı koyması, beni çileden çıkarıyordu. Kutsal bir mesleğe sahip olan insanın böylesi konuşmalarını yapmacık ve gayri samimi buluyordum. Ona her baktığımda parayla konuşan bir adam, parayla gülen bir adam görüyordum.
Bütün bunlar o kısa zaman içerisinde beynimde takla attı. Ben bu düşüncelerdeyken muayenesini sürdüren doktorun sözleri beni gerçek dünyama döndürüverdi.
“Rasim Bey, babanız kısmi felç geçirmiş.” dedi.
Neye uğradığımı şaşırdım.
“Doktor Bey, ben bir şeyi merak ediyorum.” dedim.
“Buyurun, sorun.” dedi Doktor Bey.
“Ben bu işlerden pek anlamadığım hâlde ısrarla bu felç olabilir diyordum. Hastanedeki Doktor ‘Yok bir şeyi’ diyordu. Bu neyin nesidir?” diye sordum.
Doktor muayenesine devamla:
“Lütfen herkesi doktor sanmayın.” dedi.
Muayene tamamlanmıştı. Biraz durduktan sonra:
“Rasim Bey, şimdi siz hastanızı doğru hastaneye götürüyorsunuz. Ben telefon ettim, yatak hazırladılar bile. İşlemler önemli değil, sonra yaptırırsınız.” dedi.
“Ücret ne kadar?” dedim.
“Yetmiş lira Rasim Bey.”
Cebimden yetmiş lirayı çıkarırken, Doktor, görevliye talimat veriyordu:
“Kızım, amcanın ayakkabılarını asansöre kadar götürüver.”