Tam bankın önünden geçerken delikanlının cırtlak sesi yuvarlandı arkamdan.
“Köpek gibi seviyorum, lan!”
Gayriihtiyari durdum. Dönüp baktım. Delikanlı, karşısındaki kıza basbayağı bağırıyordu. Anlaşılmak ihtiyacında mıydı? Hayır! Daha çok aşkını ispat makamındaydı.
Kız ne yapıyordu peki? Öfkeli âşığını sakinleştirmeye çalışıyordu.
“Bağırma, Bora, ayıp oluyor, herkes bize bakıyor!”
“Bakıyorsa baksın, lan! Seviyorum işte. Hem de köpek gibi. Anladın mı?”
Bu kepçe kulaklar daha neler duyacak, Allah’ım!
Nasıl oldu bilmiyorum, birden Adnan Şenses’in sahnedeki o meşhur savruluşları geldi aklıma. Ve o ünlü şarkısı:
Bir zamanlar ben de deli gibi sevdim
O bana dert ben ona mutluluk verdim
Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime
Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim?
Rahmetli, yetmiş sekiz yıllık ömründe tarihî sorusunun cevabını bulabilmiş miydi, bilmiyorum ama alınyazısındaki “deli gibi sevmek” deyimine çarpıcı bir örnek sunmuştu.
Evet, deli gibi sevmeyi biliyordum. Zaten en çok seven de en deli olandı geleneğimizde. Boşuna mı nüfus müdürlüğünden aldığı kimlikteki adı “Kays” olan adama “Mecnun” demiştik? Mecnun ne demekti? Düpedüz “deli” demekti, canım. Bu da, kim ne derse desin, bizim aşkı delilik boyutunda algıladığımızın ifadesiydi. Yani akıllı adam âşık olamaz. Tersinden gidersek âşık olan adam, aklını peynir ekmekle yemiştir. Öyleyse mottomuz ne? Aşk varsa akıl yok, akıl varsa aşk yok.
Velhasıl deli gibi seviyorduk.
O öyleydi de şimdi bu “köpek gibi sevmek” neyin nesiydi?
Benim bildiğim sevmek, “insan gibi” olanıydı. Daha oturaklı söylersek “adam gibi”. Demek ki geri kafalı bir fosildim ben. Günaydın! Balığa gidelim mi?
İlk dersimde öğrencilerime açtım konuyu.
Muhatabım erkekler değildi doğal olarak.
“Kızlar,” dedim, “çok merak ediyorum. Dürüst olun ve cevap verin bana. Köpek gibi sevilmek hoşunuza gider mi?”
Uzun bir sessizlik oldu.
“Allah Allah,” dedim. “Soru çok mu zor geldi? Kuantum fiziğinden bir soru sorayım isterseniz. Söyleyin bakayım, kuantum evrenine girebilecek kadar küçülebilseydik, yani atom altı parçacık düzeyine inebilseydik orada zaman algısı nasıl işlerdi?”
Yine derin bir sessizlik.
“Bu soruyu da beğenmediniz. Peki, hiçlik nedir?”
Yine sessizlik…
“İyi ama hiç yardımcı olmuyorsunuz bana.”
Pencereye doğru yürüdüm. Daha önce defalarca yaptığım gibi camı açıp boşluğa doğru avazım çıktığı kadar bağırdım:
“Sokrateees!”
Ondan da ses yok.
Hani, kendileri sorularıyla bilgiyi doğurtma uzmanıdır ya. Belki onun bir yardımı olur diye düşünmüştüm. Olmadı. Döndüm sınıfa.
“Arkadaşlar,” dedim, “önce basit, sonra nispeten karmaşık toplam üç soru sordum. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.”
Sağ olsun, bir öğrencim harekete geçti ve beni bunalımdan kurtardı.
“Birinci soruyu tekrar alabilir miyim, hocam?” deyiverdi.
“Elbette,” dedim. “Çok basit: Bir delikanlının seni “köpek gibi sevmesi” hoşuna gider mi?
Kestirip attı:
“Tabii ki hayır!”
“Niye?” dedim. “Köpekler çok sadık hayvanlardır.”
“Ama hocam, köpek sonuçta…”
“Peki,” dedim, “çok teşekkür ederim. Öğretmen sorduğu soruya cevap alamayınca bir boşluğa düşer. Beni Ümit Yaşar Oğuzcan’ın durumuna düşürmediğin için sağ ol! Allah ne muradın varsa versin.”
“İyi bir şey mi yaptım şimdi, hocam?”
“Hem de nasıl? Bir boşluktan çekip aldın beni. Ümit Yaşar, öğretmen olsaydı senin gibi bir öğrencisinin olmasını isterdi, eminim. ‘Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın.’ diyordu rahmetli. Eminim, sen ona bir merdiven uzatırdın.”
“Elime mi yapışacak, hocam, uzatırdım tabii. Bir şairin yeri kuyu olmamalı.”
“Aferin sana. Üç kere sağ ol! Bütün şairler adına! Şimdi dönelim diğer arkadaşlara. Başka fikri olan var mı?”
Orta sıralardan bir el kalktı.
“Hocam, bence güzel bir şey.” dedi.
“Güzel olan ne? Ümit Yaşar’ın kör bir kuyuya düşmesi mi, o kör kuyuda merdivensiz bırakılması mı, arkadaşımızın merdiven uzatıp onu kurtarması mı?”
“Üçü de değil, hocam.”
“O zaman dördüncüsü…”
“Evet, hocam. Birinin beni köpek gibi sevmesi…”
“Harika! Peki, ‘Neden?’ diye sorsam…”
“Hocam, ne güzel işte! ‘Gel, kuçu kuçu!’ der, yanımda gezdiririm. Birine kızarsam ona kıskıslarım.”
“Kıskıslamak?”
“Kıskıslamak işte, hocam. Bilmiyor musunuz? Hani birine saldırsın diye köpekleri kışkırtırlar ya!”
“Anladım. Yöre ağzı. Memleket?”
“Kars, hocam.”
Sesler çoğaldı.
“Biz da oyle deruk, hocam, Trabzon’da.”
“Sakarya’da da, hocam.”
“Denizli’de de…”
“Manisa’da da…”
“Artvin’de de…”
“Muğla’da da…”
“Gümüşhane’de de…”
“Tamam, canım, siz de beni iyice cahil bellediniz. Ben edebiyatçıyım, kızım.”
Yarım ağız birkaç “estağfurullah” döküldü dudaklardan.
Kelimeyi ilk kullanan, örneği de yapıştırdı:
“Kıskıslamak, hocam, Tarkan’ın ‘Atıl kurt!’ dediği gibi.”
Öğrencimin megastar Tarkan’dan bahsetmediği gün gibi açık. Gel de şimdi rahmetli Kartal Tibet’i saygıyla anma! Kadrolu Tarkan’ımızdı bizim. Nur içinde yatsın.
“İlginç bir yaklaşım. Teşekkür ediyorum paylaştığın için. Başka?”
Sınıfın kızları anında ikiyi bölündü:
“Ben şu arkadaşımıza aynen katılıyorum.”
“Ben bu arkadaşımıza aynen katılıyorum.”
Tabii ya, bizim bir de “aynen” repliğimiz var. Maymuncuk mübarek.
“Iğğ, iğrenç!” dedi red cephesinden bir kızımız.
“Nesi iğrenç?” diye sordu kabulcülerden biri.
“Ay kız, onun salyası akar be!”
“Aksın, bana sadık olsun da…”
“Biti, piresi olur, kız!”
“Olsun, anti-pire sabunlar, şampuanlar var.”
Olay kontrolden çıkmak üzere. Müdahale etmem lazım.
“İsterseniz detaya girmeyelim, kızlar,” dedim. “Oylama yapabiliriz. İsteyenler, istemeyenler?”
Saydım; durum eşit!
Bu defa erkeklere döndüm.
“Evet, beyler! Söz sırası sizde. Söyleyin bakalım. Kimler köpek gibi seviyor?”
Erkek mevcudun yarısının parmağı havada!
Vardığım sonuç şu oldu: O, “Köpek gibi seviyorum, lan!” diye efelenen arkadaşın bir bildiği var demek ki. Bundan hoşlanan kızlar da bulunduğuna göre.
Seven razı, sevilen razıysa…
Bize düşen ne?
Onlara mutluluk dilemek.