HEM FİLOZOF HEM PATRON

“Ne istiyorsun, Mecnun?”
“İki varil su.”
Öyleyse Emel Sayın’dan Mecnun için gelsin Mahmut Oğul’un hüseynî şarkısı:

Çatlayan dudaklara
Sararan yapraklara
Kuruyan topraklara
Yağdır Mevlâ’m su.

Sahiden de dudakları çatlamış Mecnun’un. Dili damağına yapışmış. E, ne de olsa çöl burası. Termometre 55 dereceyi gösteriyor. Kumlardan alev fışkırıyor. Mecnun’un beyni buharlaşmış olabilir. Soruyu tekrarlamak lazım.
“Gerçekten ne istiyorsun, Mecnun?”
“Söyledim ya, abi, iki varil su!”
“Olmadı, Mecnun. Senin burada ‘Leyla’yı istiyorum.’ demen gerekmiyor mu?”
“Tamam, Leyla’yı da istiyorum ama o daha sonra. Şimdi su, sadece su.”
“Öyleyse aşkın yerini ihtiyaç almış. Maslow bir kere daha haklı çıktı desene! Piramidin tepesinde hâlâ fizyolojik ihtiyaçlar var ve bu durum hiç değişmiyor.”
“Önce can demişler, abi. Aşk bir heyecan. Can olmayınca heyecan olur mu?”
“İyi aforizma, Mecnun. Sen buralarda filozof olmuşsun.”
“Çöl bu, abi. İnsanı Mevlâna da yapar, divane de.”
Mecnunla muhabbet koyulaştı. Ben ona sandviç verdim, o bana kertenkele kızartması ikram etti. Formundaydı. Bitki kökleriyle ve dengeli besleniyordu. Hayatından üç beyazı kovmuştu. Arada bir çöl yılanı ziyafeti çekiyordu kendine. Her gün düzenli olarak spor yapıyordu. Sabah ezanıyla kalkıyor, teyemmümle namazını kılıyor, çıkıp 10 km yürüyor, dönüşte 80 mekik, 120 şınav çekiyordu. Geceleri kum kayağı yapıyordu.
Yıkanma işini kum banyosuyla hallediyor, kirli çamaşırlarını kumla ovuyordu.
“Bulaşık derdim yok, çok şükür.” diyor. “Bitki dalları, yaprakları var, tek kullanımlık.”
Çölün ortasında kerpiçten, hurma dallarından, palmiye yapraklarından 2+1 güzel bir ev yapmış kendine.
“Yalnızsın” diyorum. “Tek göz ev neyine yetmiyor?”
“Öyle deme!” diyor. “Misafirim geliyor, senin gibi. Geçen ay Kerem uğradı, ardından Tahir, Ferhat, birer hafta kaldılar. Üç gün önce de Romeo geldi. Anlaşmak biraz zor oldu ama jestlerle, mimiklerle çözdük işi. Ortak dilimiz aşk olunca…”
Süt, yumurta, yoğurt bol. Bir devesi, iki koyunu, üç tavuğu var Mecnun’un.
“Bir de,” diyor, “övünmek gibi olsun, kravat hastasıyım ben. Üç yüz altmışaltı tane kravatım var. Her gün ayrı bir kravat takarım. Tabii birini dört yılda bir. Bu konuda rakibim ünlü bestekâr Selahattin Pınar. Sekiz yüz kravatı varmış adamın. Yalnız sekiz yüz kravat için gün ayarlamak zor, kafam karışır benim. Yıl hesabı daha iyi.”
“İlginç diyorum, çölde kravat…”
Bir aforizma patlatıyor:
“Kravatın mekânı olmaz.”
“Peki, nereden geliyor bu kravat merakı?”
“Rol modelim Gürpınarlı Bedir amca. Yedi yaşında kravatla tanışmış. Altmış küsur yıldır kravat takıyor. Tarlada, bahçede, hayvanları güderken hep kravatlı. Uyurken bile kravatını çıkarmıyor. Bin beş yüz tane kravatı var.”
Yatsı için teyemmüme davranırken,
“Abdesti özledim.” diyor. “Onu bunu bırakalım da, bana jeotermal bir su sondaj makinesi lazım. Bulabilir misin?”
“Hayırdır, Mecnun? Sondaj makinesiyle ne işin olur senin?”
“Anla işte, abi. Kuyu açmam lazım. Suyunu içmediğim kaktüs kalmadı. Benim yüzümden hepsi kurudu. Vicdan azabından ölüyorum. Ama ne yapayım, hayatta kalmak için mecburum. Vaadim var. Kuyu açıp suyu bulursam üç bin dönümlük kaktüs bahçesi kuracağım. Kuruttuğum kaktüslerden helallik alacağım. Ne diyorsun abi, sondaj ekipmanın var mı?”
“Yok be, Mecnun. Ben bir küçük cezveyim.”
“Cezve?”
“Affedersin, küçük bir muhabirim. Şu kameram, şu tabletim, şu da cep telefonum. Patronum çağırdı dün. ‘Git, dedi, bak bakalım, dedi, şu Mec nun ne yapıyor, dedi. Ne yiyor, ne içiyor, dedi. Saçlarına kuşlar yuva yapmış diyorlar, doğru mu, dedi. Adamakıllı bir belgesel yap, getir, dedi! Bizim toplumda, dedi, aşk meşk işleri, dedi, hâlâ, dedi, birilerinin, dedi, ilgisini çekiyor, dedi. İyi reyting yapar, dedi. Hadi, göreyim seni.” dedi, yolladı buraya. Işınlanıp geldim, geriye nasıl döneceğim, onu da bilmiyorum. Ama istersen patronu arayıp bu talebini iletebilirim.
“Gerçekten yapar mısın bunu?”
“Yaparım tabii, Mecnun. Sen bir fenomensin bizim için. Sosyal medya paylaşımların müthiş beğeni topluyor.”
“Sağ ol, abi.”
“Sen de sağ ol, Mecnun.”
Ben sağ olayım, Mecnun sağ olsun da, asıl bizim patron sağ olsun. Durumu ilettim. İkiletmedi. Üç gün sonra sondaj makinesi elimizdeydi hem de operatörüyle birlikte. “Elimizdeydi” lafın gelişi. Koca makineyi elimizde taşıyacağımızı düşünmediniz herhâlde.
Sabah erkenden sondaj makinesi çalışmaya başladı. Beş yüz metre, bin metre, bin beş yüz metre... Akşamüzeri makinenin matkabı daldığı derinlikten simsiyah bir sıvıyla geri döndü.
“Tüh be!” dedi Mecnun. “Nereden çıktı bu pis şey? İnsan kanıyla tartılıyor. Derhal kapatalım şu kuyuyu! Üstüne beton dökelim.”
Kuyu kapatıldı. Beş km ötede bir başka sondaj vuruldu.
Olmuyordu. Her sondajdan sonra, Mecnun yeni bir hayal kırıklığı kuyusuna yuvarlanıyordu.
“Tüh, gene o pis sıvı... Su yok mu, su?”
Kuyu kapatılıyor, yeni bir sondaj yeri aranıyordu.
Böyle olmayacaktı. Başka bir yol bulmalıydı. O akşam televizyonda Türkiye belgeseli izledi Mecnun. Şırıl şırıl akan suları görünce içi gitti. “Su akar, Türk bakar.” atasözünü duyunca şaşırdı. Beyninde bin mumluk bir ampul yandı. “Su akar Türk bakar”dı ama Mecnun bakmakla kalmaz, sudan kârlı çıkardı.
Ama nasıl?
Düden Şelalesi’nden boru döşese çölün bakıra çalan kahverengi kumlarını boydan boya yeşile boyayabilirdi. İşte o zaman üç bin değil, beş bin dönümlük araziyi kaktüs bahçesine döndürebilirdi. Tamam ama küçük bir sorun vardı. O kadar boruya verecek parayı nereden bulacaktı? Sonra bu işin bağlantısı, izni, prosedürü... Zordu.
En iyisi sondaj makinesiyle kuyu açmaya devam etmekti.
Üçüncü sondajdan da eli boş döndü Mecnun, dördüncü sondajdan da… Her seferinde o siyah, iğrenç sıvı fışkırıyor; etrafı kirli, yapışkan bir örtü kaplıyordu. Her kuyu açıldığının iki katı hızla kapatılıyordu.
Mecnun çaresizlik vadilerinde yol aldıkça “Ağdır Mevla’m, su!” diyordu. Mademki Allah gökten yere yağdırıyordu, öyleyse yer altından da göğe ağdırabilirdi.
Beşinci, altıncı, derken yedinci sondajda iki bin beş yüz metreden su fışkırdı. Bayramdı Mecnun için; muhabir için de... Olaya tanık olmak, belgeselini yapmak ona nasip olmuştu.
O günden itibaren Mecnun’un tüccarlık serüveni başladı. Şişeleme, pazarlama… Mecnun artık para sayma makinesi kullanıyordu.
Su satıyordu. “Sudan ucuz” ne vardı bilmiyordu ama buralarda sudan pahalı bir şey yoktu. Mecnun “SahraSu” diye bir patent de almıştı.
Ah Mecnun! Meğer sende nasıl bir ticari zekâ varmış. Çöl seni yalnız filozof yapmadı, tüccarlık dehanı da ortaya çıkardı. Yakında çok uluslu bir şirketin patronu olursan hiç şaşırmayacağım.
Mecnun çöle su veren adam oldu; çölü sulayan adam...
Önce kaktüs bahçesini kurdu. Ardından hormonsuz domates yetiştirdi.
Ne demişti Fuzulî?

Bende Mecnun’dan füzun âşıklık istidâdı var
Âşık-ı sâdık benim Mecnun’un ancak adı var

Şimdi gelsin de söylesin bakalım.

Bende Mecnun’dan füzun tüccarlık istidadı var
Tacir-i mahir benim Mecnun’un ancak adı var

Öyle olsaydı zavallı, üç kuruş maaş için vakıflar müdürlüğünün eşiğini aşındırırken “Selam verdim rüşvet değildir deyu almadılar.” cümlesiyle başlayan o ünlü şikâyetnamesini yazar mıydı?
Mecnun o eski Mecnun değildi artık. Bedevi Arap çöllerinde gezen medeni bir Mecnun’du o.
İki yıl sonra çölün ortasında kocaman bir saray yükseldi: Mecnun’un malikânesiydi.
Ondan altı ay sonra da Leyla’nın ikamet ettiği şehrin havalimanına Mecnun’un gönderdiği özel jet indi. Leyla’yı çöle götürmek için gelmişti.
Ne var ki orası çöl değildi artık.
Bütün bunları benim yazdığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Hepsini muhabirin belgeselinden kopya çektim.


Yorumlar - Yorum Yaz