KUŞ OLUP UÇMAK

İçim yandı, uyandım; dilim damağım kurumuş. Kalkmak istiyorum, uyanmak uykunun ağırlığından kurtulmak istiyorum bir el beni bastırıyor sanki. Yeniden uykuya dalıyorum…
Kulağımda vızır vızır arıların sesi evimin bahçesinde açmış mor salkımların kokusu hafiften geliyor burnuma esen rüzgârla, bir yanda leylak kokusu bir yanda bahçemdeki filbahrinin kokusu ne kadar da güzeller! Agop Ali traktörün vitesini yine boşa almış deli gibi iniyor evin önünden bayır aşağı, kulaklarımı tırmalıyor traktörün arkasında takılı demir römorkun sesi. Yeniden uyanıyorum. Yok, bu böyle olmayacak, kalkmak lazım, kalkıp çıkıyorum balkona.
Yan yana, dip dibe evler, her yer çatı, kaybolmuş leylak, mor salkım, filbahri kokusu; traktör sesi de yok… “Hey gidi, kim derdi ki kızdığım hep söylendiğim serseri komşumun traktör sesini bir gün rüyamda göreceğim ve özleyeceğim?” Çook uzakta bir iki yeşillik var sanırım orası da Vatikan Konsolosluğu. Belki de çok güzel bir şehirsin İstanbul ama bu karantina günlerinde hiç de çekilmiyorsun. Her defasında buraya üç beş günlüğüne gelip giderdim bu defa çok uzadı, günleri sayamıyorum artık.
Buraya geldiğim son gün, yedi yıl önce kaybettiğim eşimin mezarını ziyarete gitmiştim köyde, mezarlığın kapısından çıkarken dönüp geriye baktım kendi kendime “Bir gün benim de geleceğim yer burası.” diye içimden geçirmiştim. Sonra sırtımda hafifçe bir ürperti oldu acaba dedim, hemen çabucak “Allah’ım ölümün de hayırlısını ver ne olursun!” diye dua ettim içimden.
Parmak hesabı yaptım tam kırk gün olmuş kızım, damadım ve torunumdan başka hiç kimse ile görüşmeyeli, tam kırk gündür kapıdan dışarı adım atmayalı… Acaba çıksam sokakta ayaklarım dolaşmadan birbirine, yürüyebilir miyim? Ben ki her işi deli gibi acele yapan Sultan, sanki şimdilerde ağır çekim bir film sahnesini yaşar gibiyim, zaman geçmek bilmiyor.
Her şey için vakit bol en çok da kendi kendimle hesaplaşmak için. Şimdi bakıyorum da kaybettiklerime, hasret kaldıklarıma, çok özlediklerime benim payıma hep özlemek düşmüş.
Beş yaşındaki torunum sesli mesaj göndermiş telefonuma. “Anneanneciğim ben seni çok özledim, gelince seni sımsıkı kucaklayacağım, seni çok seviyorum ne olur artık gel!” diyor. Nasıl geleyim tatlı dilli torunum sıkışıp kaldım bu koca şehirde. Böyle günlerde kuş olup uçmak, kanat çırpıp kaçmak geliyor insanın içinden. Salgın hastalıkla mücadele eden doktor kızım, doktor damadım onlar canla başla çalışırken nasıl bırakıp da geleyim onları, üstelik burada da benim bakımıma muhtaç bir süt kuzusu torunum daha varken.
Bu koskoca şehirde dört gün sokağa çıkmak yasak! Beraberinde Ramazan da geldi. Bu senede erdik çok şükür Ramazan ayına Rabb’im güç kuvvet versin yüzümüzün akıyla bayramı görmek kısmet olsun. Bu ayın bereketi evlerimizi, huzuru kalplerimizi doldursun. Bu karantina günlerinden bir an önce kurtar bizi Ya Rabb’im!
Kızıma diyecek oluyorum, “Birkaç günlüğüne ne olursunuz köye gidelim, ben artık burada nefes alamıyorum, duvarlar üzerime üzerime geliyor!” ama nafile olmuyor maalesef, gitmemiz imkânsız, diyorlar. Çocuk gibi küsüp oturuyorum. Aslında ben de biliyorum imkânsız olduğunu ama gönlüm istiyor işte. Ne zor bir sınavmış bu dışarı çıkamamak en çok sevdiklerine bile sarılamamak, onları görememek, burada şehirde apartman dairesinde köyümün kokusunu duymaya çalışmak ne zormuş!
İftar saati yaklaşıyor, sokaktan ekmek arabasının sesi geliyor. “Sıcak pide, sıcak ekmek var!” Böyle yasaklı günlerde temel ihtiyaç maddelerini ekmek, su kapı kapı gezip arabayla dağıtılıyor. Biz böyle bir şeyi daha önce hiç yaşamadık ne ben ne çocuklarımız ne de akranlarımız… İstediğimiz zaman istediğimizi alıp yedik, istediğimizi giydik, şimdi böyle sınırların konması zorumuza gidiyor. Yapamam katlanamam sanıyorsun ama katlanıyor insan, sabrım taştı taşacak derken sarılacak tutunacak bir dal buluyor insan.
Allah’ım yalvarıyorum sana sevdiklerimi koru onlara bir şey olmasına izin verme. Dua etmek, uyumak, uyanabilmek, umut etmek ne büyük nimet! İftar topu patladı, hoca en güzel makamdan okuyor akşam ezanını, bu akşam kulağıma bir başka hoş geliyor bu ses, neden diyorum. Tam çorbalarımızı doldurduk içmeye başladık bütün apartmanı tereyağı ile kavrulmuş hoş bir helva kokusu sarıyor. Kapının zili çalıyor haber alıyoruz ki apartman yöneticisi olan komşumuz salgından ölmüş. Birden lokmalar boğazımızda büyüyor, az önceki o hoş koku burnumuzun direğini sızlatıyor.
Kimsenin ağzından tek kelime çıkmıyor. Kızım ve damadım birbirlerine bakıp öne eğiyorlar başlarını. Belli ki hastanede de durumlar aynı. Yakın arkadaşlarından da salgına yakalananlar olmuş, ne zaman nasıl bitecek bu salgın belirsiz…
Geçen gün internette gördüm, salgında ölenler için İstanbul’da Kilyos ve Beykoz’da iki yer belirlenmiş, başımıza bir hal gelirse oralardan birine gömülecekmişiz. Sadece bir iki kişi katılacakmış cenaze merasimine ve cenazeler ceset torbası ile gömülecekmiş. Köydeki mezarlıktan çıkarken düşündüğüm şey geldi aklıma “Nasılsa gömüleceğimiz yer burası!” derken aslında çok iyimsermiş düşüncem, demek hiçbir şeyin garantisi yokmuş ayaz dünyada. Şimdi ölünce bile köyüme dönememek korkusu sarmış durumda bütün benliğimi.
Tek nefes alma yerimiz olan beş metrelik balkondayız yine yedi aylık torunumla. Bugün hava günlük güneşlik, martılar ve çatıdaki kiremitlerden başka gösterecek bir şey yok torunuma ama o küçücük elleriyle üzerimizden uçan martılara uzanıp sevinç çığlıkları atıyor masum yüzlüm.
Birden telefonum çalmaya başlıyor, arayan oğlum bu karantina günlerinde o da çalıştığı hastanede, günlerdir evde yalnız acaba hastalığı bulaştırırım endişesiyle gelemiyor yanıma, sarılamıyorum aylardır oğluma. “Nasılsın annem, iyi misin bir sıkıntın var mı?” diyor. “Yok, evladım, siz iyi olun o bana yeter!” diyorum. “Doğum günün yaklaşıyor bu sene sana istediğin bir şey alayım, ne istersin annem?” diyor. Birden kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum.” Oğlum, gel al beni buradan, evime götür başka hediye istemem!” diyorum.
Aradan iki hafta geçiyor oğlum izinleri almış, şehirlerarası ulaşım belgesi vs. Kızım ve damadım da hastaneden kendi izinlerini alıyorlar ve ılık bir mayıs sabahı oğlum gelip arabasıyla bizi alıyor ve elli beş günlük karantinadan sonra evime köyüme doğru yola çıkıyoruz. Köydeki kızım, torunum, annem kardeşlerim ne de çok özledim hepinizi, az kaldı kavuşmamıza. Doğum günü hediyem hiç bu kadar anlamlı olmamıştı.
Şimdi ey insanlar, size sözüm şudur:
Zaman beklerken çok yavaş, korkarken çok hızlı, kederliyken çok uzun, sevinçliyken çok kısaymış. Vakit varken sevdiklerinize sarılın, sizi seviyorum demekten çekinmeyin.

 


Yorumlar - Yorum Yaz