Sene elliydi sanırım. O sene Menderes, Hicaz’a hacca gitmeyi serbest bırakmıştı. Bizim köyden de beş kişi hacca gidecekti. Hacca gidecekler arasında bizim Fakıoğlu’nun Ali Ağa da vardı. Biz de Ali Ağa’yı uğurlamak için odasına gitmiştik. Oda tıklım tıklımdı. O sırada bizim Müzevir Mehmet kaba kaba soluyarak içeri girdi ve Fakıoğlu’nun Ali’ye:
“Dayıoğlu senin Bekir ile Gödek Osman’ın Faik bizim bostanları yolmuşlar. Hiç olacak iş mi?” demez mi?
Fakıoğlu’nun Ali, huysuz ve aksi bir adamdı. Birden yüzü düştü.
“Vay kanı altına akasıca!” diye kükredi. Eğer misafirler olmasa atına atladığı gibi Düdüklük Yaylasına çıkıp Bekir’i ezecek sanki.
Bu sırada Fakıoğlu’nun dayısının oğlu olan Hasan Ağa ayağa fırladı. Müzevir Mehmet’in yakasını tuttu.
“Olmadı Mehmet, olmadı! Ulan alçak şimdi müzevirliğin sırası mı? Adam hacca gidecek sen iki bostanın davasına taa buraya geldin. Utanmaz herif, cahil çocuk bir bostanı yoldu diye senin şu yaptığın oldu mu? Unuttun her halde onun bunun bağını bahçesini yolduğun günleri. Olmayan senin pintiliğin, defol şuradan!” dedi. Adamı yaka paça odadan dışarı attı. Biz de kızmıştık, bu günde olacak şey mi diye.
Neyse Ali Ağa’yı ve diğer dört hacı adayını Seyit Ağa’nın kamyona bindirip Ankara’ya yolcu ettik. Hacılar Ankara’dan uçak ile gidecekti.
Üç ay sonra bir de duyduk ki bizim hacılar dönmüş. Köyde âdetâ bir bayram havası vardı. Ziyafetler verildi. Zemzem içmek, hurma yemek için sıraya girmiştik. Sağ olsun onlar da her birimize takke, tespih, yüzük getirmişler. Oraları gözyaşları içinde anlatıyorlar, bizler de gözyaşları içinde özlemle dinliyorduk. Allah bize de nasip etse diye dualar ediyorduk. Tabii Menderes’e duanın biri bin... Zira Arapları “Türkler gâvur oldu, onun için hacca gelmiyorlar.” diye kandırmışlar. Bizim hacıları görünce onlar da şaşırmışlar, Osmanlının evlatları gâvur olmaz, diye bizim hacılara sarılıp ağlaşmışlar.
Hacı ziyaret işleri bitmiş, işimize gücümüze dönmüştük. Öküzlerle tarla sürüyorduk. O sırada benim sabanın burnu kırıldı. Baktım ileri tarlada bizim Fakıoğlu’nun Hacı Ali ile oğlu Bekir çift sürüyorlar. Onların yanına gideyim de belki yardım ederler diye düşündüm.
Tarlaya doğru yürüdüm. Bir de ne göreyim. Abidin öküzlerin başından çekiyor, saban elinde Bekir de çift sürmeye çalışıyor ama sabana gücü yetmiyor. Bizim Hacı da eline almış övendireyi ha bire Bekir’e dürtüp:
“Nasıl, Mehmet Çavuş’un bostanları yolarken iyiydi değil mi? Bak bir kötene gücün yetmiyor.” diye homurdanıp duruyordu.
Adam hacca gidip gelmiş ama hâlâ bu işi unutmamıştı. Canım sıkıldı. Selam verdikten sonra:
“Yahu Hacı bu yaptığın doğru mu?” der demez bizim Bekir köteni bıraktığı gibi kaçtı.
Hacı Ali peşinden:
“Sana bunu sorarım, kaç nereye kaçacaksan. Tilkinin dönüp dolaşacağı kürkçü tükeni.” diye bağırdı ama duyan kim?
Hacı Ali bu defa bana:
“Eee İrfani Efendi, madem yaptığım yanlış. Buyur o zaman sen geç sabanın ardına.”
Neyse uzun etmeyelim o gün akşama kadar çifti sürdük. Benim sabanın burnunu da burunladık.
Aradan birkaç sene geçince Bekir askere gitti. İki buçuk sene askerlik yapıp köye geldi. Askerliğini jandarma çavuşu olarak Erzurum’da yapmış. Babasına bir de at aldırmış. Altında at ile Hınıs, Tortum, Horasan, Hasankale, Oltu gezmiş durmuş.
O gün köy meydanında oturuyorduk. Gençler askerlik hatıralarını anlatıyordu. O sırada 60 inkılabı olmuş, Menderes’i asmışlardı. Biz otururken askeri bir cip gelip önümüzde durdu. Gelen hem kaymakam vekili hem de askerlik şube başkanı Yüzbaşı Cezmi Efendi idi.
Yüzbaşı efendi bir adamdı. Hepimizi selamladı. Cipi gören de gelince bayağı bir kalabalık olmuştuk. Bu sırada azalar da koşarak geldi. Nahiye Müdürü berberdeymiş. O da duyunca hemen geldi. Yüzbaşı, Nahiye Müdürü’ne:
“Bu sizin muhtarı ikidir çağırıyorum, yanıma gelmiyor. Ben sana onu bana gönder demedim mi Müdür?” dedi.
Müdür kızardı, bozardı.
“Vallahi Yüzbaşı’m aha da köylü şahit, adam bir aydır burada yok. Ankara’ya çalışmaya gitmiş. Mührü de azasına vermiş. Aza burada. Haber saldım bir giden ile ama henüz bir haber alamadım.”
Yüzbaşı bu izahattan sonra biraz sakinledi.
“Ya öyle demek! Madem köyde çarkını çevirecek gücü yok, ne diye muhtar olmuş? Böyle şey olur mu? Köyünün başında durmayan adamdan muhtar olmaz. Onu azlettim. Aza, ver mührü!”
Muhtarın azası Kör Ahmet’in Ramazan, hemen cebinden mührü çıkarıp Yüzbaşı’ya verdi.
Hepimiz şimdi ne olacak diye merakla bekliyorduk. Yüzbaşı kalabalığı şöyle bir süzdü. Kalabalığın ucundaki gençlere doğru yürüdü ve bir komut verdi.
“Askerliğini yapanlar bir adım öne çıksın!”
Gençlerin çoğu askerliğini yapmıştı. Üçü hariç orada bulunan yedi sekiz genç ileri çıktı.
Yüzbaşı tekrar onları süzdü. Sonra:
“Askerde jandarma olanlar ileri çıksın.” dedi.
Bu defa dört genç ileri çıktı. Yüzbaşı:
“Tamam, jandarma çavuş olanlar ileri çıksın.” deyince bu defa iki genç kaldı.
Yüzbaşı bu kez bize döndü.
“Ağalar, bana genç ve cevval adamlar lazım. Bu iki gençten birisini muhtar olarak seçin. Ben de mührü ona vereceğim. Bir itirazı olan var mı?”
O sırada Sağırların Hüseyin Çavuş ileri çıktı:
“Yüzbaşı’m, eğer bu iki gençten Celal’i seçersen bu çocuğun bir variyeti yoktur. O da iki gün sonra yorganını sırtına vurup Ankara’ya gider. Amma Bekir’i seçersen o bir yere gidemez. Lakin onun babası huysuz bir adamdır. O da çocuğa dirlik vermez. Biz de baba sözü hükümet sözü gibidir. Bence sen bu çocuğu babasından iste. Sonuçta bu çocuk da babasının eline bakacak.” dedi.
Yüzbaşı’nın niyeti belli olunca Bekir:
“Yüzbaşım, Hüseyin emmim doğru söyler. Babam benim muhtar olduğumu duyarsa beni eve koymaz. Sen bilirsin beni de bu işten affet.” diye yalvarmaya başladı.
Yüzbaşı sert bir şekilde:
“Sen kimin oğlusun?” diye sordu.
Osman:
“Fakıların Hacı Ali’nin oğluyum.” deyince Yüzbaşı’nın gözlerinin içi güldü.
“Sen Bekir değil misin? Bu iş oldu. Baban beni kıramaz. Haydi düş önüme. Müdür, yanına Hüseyin Ağa ile birlikte hatırı sayılır üç kişi daha al. Hep beraber Fakıoğlu’na gidiyoruz.” dedi.
Nahiye Müdürü, Sağırların Hüseyin’i, Ali Ağanın Hasan’ı ve beni de işaret edince hep beraber Fakıoğlu’nun odaya doğru yürümeye başladık. Fakıoğlu bizi kapıda karşıladı. Hemen Bekir’e:
“Çabuk bir toklu kesip kebap edin. Eve haber ver sofra hazırlasınlar.” diye emri verdi.
Bekir koşarak eve gitti. Biz odaya çekildik. Hoş beşten sonra Yüzbaşı:
“Bak Hacı Ağa seni çok severim. Sen de bizi seversin. Allah razı olsun hanen de, odan da devlet hizmetinden bir an geri durmaz. Hatırın yanımızda çok büyüktür. Sizin sülaleniz bu havalide teke gelir. Şimdi devlet senden bir fedakârlık ister.” dedi.
Fakıoğlu şaşırmıştı. Bizi tek tek süzdükten sonra:
“Hayırdır Kumandan Bey, devletimizin benden isteği nedir? Seferberlik mi var? Devlet için kellemiz kurban olsun.”
Yüzbaşı:
“Ben senin böyle diyeceğini biliyorum Hacı’m. Senden oğlun Bekir’i köy muhtarlığı için istiyorum. Sizin muhtar ikide bir köyü bırakıp sağa sola gidiyor. Bu köy, büyük bir köy. Bir nahiye merkezi. Buranın ihtiyacı çok. Biliyorsunuz Varinli valimiz titiz ve çalışkan adam. Bu köyde yeni bir okul yapılmasını emretti. Ayrıca Çorum yolundaki Darlık deresi üzerine bir köprü yapılacak. Ama ortada bir muhtar yok. Bu işler imece ile yapılacak. Bir muhtar lazım. Genç ve dinamik olmalı. O yüzden askerliğini jandarma çavuşu olarak yapmış oğlun Bekir bu iş için gayet uygun. Köylüler de istiyor.”
Hacı Ali’nin yüzü birden düşmüş renkten renge girmişti.
“Kumandan Bey canımı iste vereyim. Ama bizi köycülük işine bulaştırma. Aha dayımın oğlu Hasan bir muhtarlık yaptı. On iki sene köy davası yüzünden pisipisine mapus yattı. Umumi af ile yeni çıktı. Ben köycülük işlerine girmek istemem.”
Yüzbaşı kararlıydı.
“Hasan Ağa’nın başına gelenler binde bir olacak hadiselerden. Onun için çok üzgünüm. Olay çarpıtılmış. İnan benim zamanımda olsaydı onu suçsuz yere içerde yatırtmazdım. Asıl suçlu ortada gezerken bu Allah’tan reva mı? Ancak bazen kaderin önüne geçemezsin Hacı’m, Allah onun ecrini ona göre verir. Şimdi sen bu işi kabul edeceksin. Sana söz veriyorum umumi seçimler olunca onu bırakacağım. Kim oluyorsa olsun. Zaten Paşa, yönetimi bir sene bilemedin bir buçuk sene sonra sivile teslim edecek.”
Fakıoğlu çaresiz kabul etmek zorunda kalmıştı. Biz konuşana kadar yemek de hazırlanmış, Bekir bize iyice bir kuzu çevirmişti.
Bekir muhtarlığa hızlı başladı. Fatin’in Osman’ı bekçi yapmış, eski azalardan ikisinin yanı sıra bir de bizim Yusuf Ağa’nın oğlu Şükrü’yü yeni aza olarak yanına almıştı.
Köy meydanına bir okul yapılacaktı. Okul için Karakaya mevkiinden taş getiriliyordu. Bekir, imece usulüyle bayağı bir taş getirtmişti.
Biz taş işiyle uğraşırken vefat eden eski karakol çavuşunun dul karısı hakkında dedikodular çıkmaya başlamıştı. Kadın kocası öleli aylar geçtiği halde köyden gitmemişti. Köydeki bazı gençler ile gayrimeşru ilişki kurduğu konuşuluyordu. Hatta bu gençler birbirlerine düşüp kavga gürültü çıkınca köyün bir anda tadı kaçtı. Kavga artık silahlı çatışmaya dönmüş, gençlerden birisi diğerini yaralamıştı. Köy halkı tedirgin olunca Nahiye Müdürü izin alıp köyden kaçmış, iş bizim genç Muhtar Bekir’in sırtına kalmıştı.
Köylü, bu kadının köyden gönderilmesi için muhtara baskı yapmaya başlamıştı. Sonunda Muhtar Bekir, kadına bir mektup gönderdi.
Mektupta:
“Hakkınızda çıkan dedikodular yüzünden köy halkı sizden rahatsız olmuştur. Bundan dolayı üç gün içinde köyümüzü terk etmeniz önemle ihtar olunur. Aksi takdirde muhtarlık marifetiyle zorla köy dışına çıkarılacaksınız.
Muhtar Bekir Fakıoğlu / imza / mühür”
Bu ihtarnameyi alan kadın, doğruca vilayete gider ve direkt Vali Bey’in huzuruna çıkar. Muhtarın kendisini köyden kovduğunu, kocası öldüğü için bir müddet köyde kalması gerektiğini gözyaşları içinde anlatır. Vali bu olay karşısında şaşırır. Yanındakilere:
“Yahu bu nasıl bir köydür? Muhtarı köyden kaçar, vekâleten muhtar atanır. Gelen muhtar, ölen memurun karısını imzalı mühürlü ihtarname ile köyden kovar. Hemen yarın bu köye bizzat gidip olayı tetkik edeceğim.”
Ertesi günü bizler okul inşaatı için uğraşırken Vali Bey çıkıp geldi.
Arabadan iner inmez:
“Derhal bana muhtarı çağırın.” dedi.
Bir müddet sonra malum kadın gelip Vali Bey’in yanına dikildi. Az sonra da Muhtar Bekir koşarak geldi. Bu sırada yine meydan köy halkı ile dolmuştu.
Muhtar Bekir, Vali’ye kendisini takdim edince Vali:
“Ulan sen derebeyi misin de imzalı, mühürlü evrak düzenleyip bu dul kadını köyden kovuyorsun? Utanmaz herif, kendini padişah mı oldum sandın? Ben koca bir valiyim. Şehrin etrafına konan göçerleri yerinden oynatamıyorum, sen kimsin!” diye bağırdı.
Muhtar kendisini savunacak oldu ama Vali buna fırsat vermedi. Başladı elindeki kâğıdı okumaya:
“Hakkınızda çıkan dedikodular yüzünden köy halkı sizden rahatsız olmuştur. Bundan dolayı üç gün içinde köyümüzü terk etmeniz önemle ihtar olunur. Aksi takdirde muhtarlık marifetiyle zorla köy dışına çıkarılacaksınız.
Muhtar Bekir Fakıoğlu / imza / mühür”
Bu sırada kalabalığın içinden Sağırların Hüseyin Ağa bağırdı.
“Vali Bey, Vali Bey! Muhtar üç günü çok vermiş. Bu kadın fuhuş yapıyor, derhal köy hududu dışına çıkarılmalıdır. Gençler birbirini öldürecek. Geçen gün bu kadın için birbirlerine silah çektiler.”
Vali, neye uğradığını şaşırmıştı. Bu sırada kalabalık da Hüseyin Ağa’yı destekleyen bir şekilde bağırıp çağırmaya başladı. İşin rengi değişmişti. Vali yanındaki kadına döndü:
“Halkı duyuyor musun? Bana söylediklerin ile halkın söyledikleri aynı şey değil. Olaylar daha da büyümeden sen efendice burayı terk et.” diye kadını azarladı.
Kadın hiçbir şey diyemeden oradan ayrıldı. Vali bu defa Muhtar’a:
“Bu iş de halloldu. Beni şimdi okul inşaatına götür.” dedi.
Kalabalık ile birlikte okul inşaatına gidildi. Vali, ustaya:
“Bak usta, bu okul bu sene açılacak. Ona göre. Demedi deme.” dedi.
Peşinden de muhtara:
“Bak Muhtar, buradan sen sorumlusun. Bu okulun taşını kimseye vermeyeceksin. Taş taşıma işi devam edecek. Bu okul açılmazsa bu defa ben de seni köyden çıkarırım.” dedi. Vali, daha sonra çekip gitti.
Aradan birkaç gün geçmişti. Şehir yolunda yapılacak köprü inşaatı da başlamıştı. Köye gelen Nafia Müdürü okul inşaatına gelip adamlarına kamyonlara taş yüklenmesini emretti. Bu sırada bekçi olan Fatin’in Osman:
“Bak Müdür Efendi buradan taş alamazsın. Muhtar duyarsa vallahi kavga çıkar.”
Müdür efelenerek:
“Muhtar kim oluyormuş? Gelsin de karşı çıksın bakalım. Nerde o, çağır gelsin.” diye bağırdı.
Bekçi Osman:
“Bak Müdür Bey, bizim muhtar başka muhtarlara benzemez. Şimdi berberde tıraş oluyor. Sen iyisi mi buradan uza.” dedi ama dinleyen kim? Müdür hâlâ:
“Git, çağır gelsin muhtarı.” diyordu.
Bekçi Osman baktı ki olmuyor, çaresiz dönüp muhtarı çağırmaya gitti. Müdür de peşinden gidince biz de arkalarına düştük. Berber dükkânı hafif bir tepeciğin üzerindeydi ve dükkâna birkaç basamak çıkılarak giriliyordu.
Bekçi Osman, berbere girip:
“Muhtar, Nafia Müdürü okulun taşını köprü inşaatına götürüyor. Taşı vermem, Muhtar kızar dedim ama dinletemedim. Gelsin nasıl engel olacaksa olsun diyor.” der demez Muhtar Bekir, yüzü yarı sabunlu hışımla berberden çıktı. Bu sırada Müdür de basamaklara gelmiş, “Bana taş vermeyecek muhtar anasından doğmadı.” diye bağırmaya başlamıştı.
Bu sözleri duyan Muhtar Bekir, okkalı bir küfür eşliğinde Müdür’e bir tekme savurunca Müdür sırt üstü merdivenlerden yuvarlanarak yola düştü. Muhtar hırsını alamamıştı. Buna tekme tokat girişti. Köylü elinden adamı zor aldı.
Müdür, “Ben sana bunun hesabını sorarım.” diye tehdit ederek arabasına bindiği gibi şehre gitti. Tabii o gidince kamyonlar da peşinden çekip gittiler.
Ertesi gün köy meydanına Vali Bey ve Nafia Müdürü tekrar geldi.
Vali köpürmüştü.
“Derhal bana muhtar olacak o deliyi getirin.” diye bağırdı.
Jandarmalar sağa sola koşturmaya başladı. Köylü de meydana yığıldı. Az sonra askerlerin arasında Muhtar Bekir geldi.
Vali:
“Lan sen nasıl bir adamsın? Benim müdürümü dövmek de ne demek?” diye bağırdı.
Muhtar:
“Efendim siz bana okulun taşlarından kimseye vermeyeceksiniz demediniz mi?” dedi.
Vali:
“Evet vermeyeceksin dedim. Yoksa verdin mi?”
Muhtar Bekir:
“Efendim, senin müdür geldi taşı götürmeye kalktı. Halk da şahit. Bir de bana hakaret ederek “Bana taş vermeyecek muhtar daha anasından doğmadı.” deyince ben de sinirlerime hâkim olamadım bir iki vurdum. İşin aslı bu. Ben sizin emrinizi yerine getirdim. Eğer bu yüzden suçluysam dilediğinizi yapın.”
Bu sırada Bekçi Osman da söze girdi.
“Şart olsun böyle oldu Sayın Valim. Senin Müdür ağız avrat sövünce…”
Vali eliyle sus işareti yapınca Bekçi Osman sustu. Vali bu defa iyice köpürmüştü. Nafia Müdürüne döndü:
“Ulan ben sana “muhtara git, taş ocağını göstersin oradan taş alın!” demendim mi? Sen okulun taşını nasıl alırsın? Utanmaz herif. Yıkıl karşımdan.” diye bağırdı.
Müdür kem küm ediyordu.
Vali sonra Muhtar’a döndü:
“Senin gövdene yazıklar olsun. Bu alçağın kemiklerini kırmadın da bunu benim huzuruma iki şamar ile gönderdin öyle mi?” demez mi?
Meydandaki köylüler kahkahalarla gülmeye başladılar.
Vali de gülerek:
“Aferin sana. Eline sağlık, yine de fazla vurmadığın iyi olmuş. Şimdi ikidir buraya gelip gidiyorum. Haydi bakalım artık bizi nasıl ağırlayacaksan ağırla.” dedi.
Bütün köylüler Vali Bey’i alkışladık. O sene okul da bitti köprü de... Allah razı olsun. Yiğit adamdı Varinli Vali. Muhtar Bekir de iyi muhtarlık yaptı ama ne seçime girdi ne de bir daha bu işlere bulaştı.