Efendim fi tarihinde iyi bir yağmur yağmıştı. Kuzu göbelekleri çıktığı için dağa mantar toplamaya gitmiştik. Zamanın gençleri olarak yedi sekiz kişi vardık. Köyün kuzeyindeki dağ silsilesinde bulunan çam ve meşe ağaçları ile karışık ormana dağıldık. O zamanlar kar çok yağdığı için her koyaktan sular akardı. Derelerden geçmek için bir hayli zorlanırdık. Her bir kayanın altından buz gibi sular kaynardı. Ot dizde, koyun kuzu beraber dağların koynunda yayılırdı.
Hangi ağacın dibine varsak mutlaka değişik mantarlara rastlardık. Meşe mantarı ve kuzu göbeleği topladığımız için başka mantarları pek toplamıyorduk. Akşama kadar bayağı bir yol yürümüş ve bayağı bir mantar toplamıştık. Akşam olunca hep birlikte güle oynaya köyün yolunu tuttuk.
Köy meydanında Hacı Nöri isminde ufak bir bakkalımız vardı. Hacı Nöri, kısa boylu, hafif kilolu, kırmızı yüzlü, beyaz sakallı ve huysuz bir adamdı. Karşıdan bakıldığında çukura düşmüş izlenimi veren gözlerinin üzerindeki gür kaşları serpenek gibiydi.
Hacı Nöri bizi kapıda karşıladı. Sırayla mantarları tartıp bir kâğıda yazıyordu. Geçmiş gün hatırladığım kadarıyla mantarın kilosunu 15 kuruştan alıyordu. Tabii bu parayı bize peşin ödemiyordu. Ya borcumuzdan düşüyordu ya da bu para kadar bir şeyler alıyorduk. Ben üç kilo toplamıştım. Hesabı yaptı, yazdı çizdi. Gözlüğün üzerinden bakarak:
“İrfani Ağa senin kırk kuruş borcun varmış. Onu sildim. Beş kuruşluk bir şeyler al.” dedi.
Borç namus, ödemem diyemiyorsun.
“Kalanına da püskürüt, lokum ve kırık leblebi ile fıstık ver bari.” dedim.
Tartarken elleri titriyordu. Bir gram fazla vermemek için resmen öteberiye takla attırıyordu. Neyse nevalemizi alıp evin yolunu tuttuk.
Aradan üç gün geçmişti. O akşam Fakıların köy odasına gitmeye karar verdim. Odaya girdiğimde Hasan Ağa, Sarı Mehmet, Fakıların Hacı başköşeye oturmuşlar eskilerden anlatıyorlardı. Bana da yer gösterdiler. Hacı Ağa aç olup olmadığımı sordu. Yemek yediğim için teşekkür ettim. Hoş geldin beş gittinden sonra kapı çaldı ve içeriye bizim köylerde çerçicilik yapan Çerçi Musa girdi. Ayağa kalktık yer gösterdik. Odanın sahibi Fakıların Hacı hemen bir çocuğu eve gönderdi. Az sonra elinde bir sini ile çocuk odaya girdi. Sinide bulgur aşı, yoğurt, kuru fasulye, pekmez ve bir baş da soğan vardı. Çocuk siniyi Çerçi Musa’nın önüne koydu. Sonra da bir tas ile su testisini yanına bıraktı. Biz hep bir ağızdan afiyet olsun deyince Çerçi Musa da bize:
“Ağalar buyurun beraber olsun.” diye mukabelede bulundu.
Hasan Ağa:
“Biz az evvel yedik Musa Ağa sen devam et.” dedi.
Çerçi Musa yemeğini bitirene kadar sağdan soldan konuşmaya devam ettik. Yemek faslı bitince Çerçi Musa tabakasını çıkardı ve oradakilere halis Adıyaman tütününden sardığı cigaralarından ikram etti. Oradakilerin çoğu cigara içmezdi. Sadece ben ve Hasan Ağa birer dal cigarasını aldık.
Hasan Ağa gülerek:
“Çerçi Musa, seni görünce aklıma geçenlerde yaptığım muziplik geldi. Anlatayım mı anlatmayayım mı diye tereddüt ediyorum ama…” deyince merak ettik.
“Anlat canım sen de, şuraya vakit geçirmek için geldik.” diye ısrar ettik.
Yalnız Çerçi Musa biraz tedirgin oldu.
“Hayırdır Hasan Ağa, beni görünce aklına gelen hadisenin benimle alakası var demektir. Bir kusurumuz olduysa anlatıp da bizi rezil etmezsin inşallah.” dedi.
Hasan Ağa ellerini dizine vurarak:
“Seninle ilgili ama senin bu işte bir dahlin yok.” dedi ve bir yudum su içerek sözlerine devam etti.
“Geçen yine sabah erkenden mantara çıktık. Öğleden sonra ne topladıysak yeter deyip köye döndük. Yorulmuştum, karnım da acıkmıştı. Baktım bizim büyük karı ocak yakıyor. Ona:
“Kız karı, bana tereyağında bir yumurta pişir de yiyim.” dedim.
“Valla herif evde hiç yumurta yok.” demez mi?
Bakıyorum evin önünde on beş tane tavuk geziyor ama bana yumurta yok.
“Ulan kör karı bu kadar tavuk boşa mı geziyor? Nasıl yumurta yok?” diye erkekleşsem de karı yemin billah yok dedi başka bir şey demedi.
Neyse önüme yoğurt, pekmez, pendir bir şeyler getirdi. Karnımızı doyurduk. Tabii karnım doyunca yorgunluğun da verdiği rehavetle uykum geldi. Dam üstüne çıkıp biraz uzandım. Uymuşum. Bu arada senin sesine uyandım.
“İncik boncuk, defter kalem, baharat! Çerçi!!!” diye bağırıp duruyordun.
Gözümü açtım her zamanki gibi doru atına yüklediğin çerçi dolabının kapaklarını açmış çoluğa çocuğa iğne, iplik, defter, kalem kim ne isterse satıyordun. O ara gözüm ambarın üzerinde bir şeyle uğraşan bizim hanıma ilişti. Baktım oradaki eski bir bakır leğen ile uğraşıyordu. Leğenden bir şey alıp önlüğüne koydu. Sonra ambardan indi ve senin yanına vardı. Önlüğünden yumurtaları çıkarıp eline verdi. On kadar vardı sanırım. Onunla bir şeyler aldı ve eve girdi. Ben de o evdeyken kalkıp ambarın üstüne çıktım. Baktım ki o eski bakır leğenin içini samanla doldurmuş, oraya yumurtaları saklarmış. Dedim “Ulan karı sana sorarım bunları!”
Neyse malum sen bizim köye her hafta salı günü geliyorsun ya ben de bir hafta sabrettim. Takip edebildiğim kadarıyla bizim hanım her gün oraya iki yumurta saklıyordu. Gerisini çoluğa çocuğa yediriyordu. Salı günü sabah kalkar kalkmaz tekrar gözlemeye başladım. Baktım hanım o sabahki yumurtaların da ikisini zulaya koyup eve girdi. O eve girince hemen leğeni kaptığım gibi ahıra koştum. Yumurtaları oradaki bir sepetin içine saklayıp üzerini samanla örttüm. Leğenin içine de bizim camızın taze mayısından bir kürek koyup üzerini samanla iyice örttüm. Sonra kimseye görünmeden leğeni ambarın üzerindeki yerine koydum.
Öğleye doğru elime birkaç ağaç parçası, testere, keser gibi birkaç malzeme alıp damın üstüne çıktım. Güya oturak yapıyorum. O sırada senin sesin gelmeye başladı. “Çerçi, çerçi!” diye bağırıp duruyordun. Sesini duyan bizim topal karı hemen ambara koştu. Ben de mahsus sırtımı ondan yana döndüm ki benden huylanmasın. Bizim karı elini leğene bir daldırdı. Taze camız mayısı eline bulaşmış olacak ki bastı küfrü. Ben gülmekten yerlere yatıyorum. Ama bana saydırıyor. Sin, mezar bırakmadı tabii… Damdan inip ahıra gittim ve yumurtaları sakladığım sepeti alıp önüne koydum.
“Bana yumurta yok diyorsun, Çerçi Musa’ya saklıyorsun. Al yumurta öyle saklanmaz böyle saklanır.” dedim.
Bu defa başladı ağlamaya.
“Ben çoluğun çocuğun ihtiyacı için yapıyorum. Senden niye saklayım.”
Bu defa yüreğim acıdı ama yumurtaları tam görünce sevindi gitti yine ne alacaksa aldı.”
Bu işe hep beraber gülüştük. Çerçi Musa da olayın içinde olmadığına sevinmişti.
“Yahu ağalar madem mantar topluyorsunuz. Sizin buralarda kuzu göbeleği de vardır. Ben her salı geliyorum toplayıp bana getirin, ben değerince alırım.” demez mi?
Birden ciddileştik.
“Kaça alırsın kilosunu?” diye sordum.
Çerçi Musa kafasında bir hesap yaptı.
“Kilosunu sizden yirmi beş kuruşa alırım. Ben de zaten otuz beş kuruşa veriyorum. Hem de parası peşin. Kuruşları avucunuza sayarım.” der demez bizim Hasan Ağa:
“Vay şapkasının çörtenine ettiğim Gavur Nöri vay! Bizden on beş kuruşa alıyor sözüm ona, onu da borçtan düşerek güya iyilik ediyor.” diye sövdü saydı.
Tabii biz de kızmıştık. Bahar geleli ben belki otuz kilo mantar toplamıştım. Bedava gibi vermiştim o herife. Zaten yokluk yılları, para nerde?
O hafta yine mantara çıkmaya karar verdik. Pazartesi günü akşama kadar, salı günü de öğleye kadar mantar toplayıp Çerçi Musa’ya verecektik. Pazartesi ve salı günü o ekip ile beraber dağa çıktık. Şansımızdan iki gün önce de yağmur yağmıştı. Bayağı bir mantar topladık. Biz sadece kuzu göbeleği toplamıştık. Yalnız salı günü bize katılan Karaculuğun Ahmet, yemek için de mantar toplamış. Köye dönünce mantarları Çerçi Musa’ya sattıktan sonra Ahmet:
“Ben şimdi közde mantar pişireceğim. Gelin beraber yiyelim.” diye bizi davet etti.
Hep beraber kalkıp onun evine gittik. Ahmet meşe kütüklerini çattı, köz düşünce mantarları pişirmeye başladı. Közün üzerinde az da bir tuz atınca mantarlar sulana sulana pişmeye başladı. Kokusu bile adamı acıktıran mantarlardan afiyetle yiyorduk. Ben mantara pek güvenemediğimden bilmediğim mantarları yemedim. Ahmet de çok fazla yememişti. Hatta:
“Aman ha dikkat edin araya zehirli karışmış olabilir.” diye de bizi uyarıyordu. Lakin Hasan Ağa ile Sarı Mehmet “Bize bir şey olmaz” diye tıka basa yediler. Yemekten sonra sohbet, çay derken akşam da olmuştu. Artık müsaade isteyip kalktık ama bizim Hasan Ağa’nın her zamanki gibi muzipliği tuttu. Tam kapıdan çıkıyoruz geri dönüyor:
“Ehmet takkem kalmış.”
Ahmet takkeyi getiriyor, “Allaha ısmarladık” diyoruz bu defa Hasan Ağa geri dönüyor:
“Ehmet tespihim kalmış.”
Tespih geliyor bu defa:
“Tabakam kalmış, bastunum kalmış.” diyor.
Böyle iki üç derken Hasan Ağa kapının eşiğine oturdu.
“Ehmet benim buradan hiç gidesim yok. Ben bu eve yakıştım sanki.” demez mi?
Hasan Ağa gençliğinde çok hovarda birisiymiş. Ahmet de onun akranı olduğu için huyunu da bildiğinden o da bize:
“La oğlum bu dürzü elimdeki karıya göz dikmiş, karıyı elimden alacak elleham. Alın şunu götürün buradan.” demez mi?
Biz gülmekten yerlere yatıyoruz ama Hasan Ağa bu defa başladı halay çekmeye. Bir de baktım Sarı Mehmet de bir taşın üstüne çıkmış sağa sola nutuk çekiyor, ağız avrat küfredip duruyor. Şaşırdık kaldık bunların işine.
O arada Hasan Ağa:
“Ehmet ben senin karın Satı’yı değil bacın Hatçe’yi istiyom.” demez mi?
Ortalık karıştı. Araya girdik ama Hasan Ağa gülüyor, Sarı Mehmet sapır saçma konuşmaya devam ediyordu. Hasan Ağa bir ara sırt üstü kapının önüne uzandı. Eliyle yıldızları gösterip:
“Bakın la, bakın dönüyor dönüyor.” demeye başladı.
“Ne dönüyor Hasan Ağa?” diye sorduk.
“Ne dönecek dünya dönüyor.” dedi.
Sarı Mehmet de eğildi:
“Hani göster, ne tarafa dönüyor?” deyince Hasan Ağa ona bir şamar çaldı ki sormayın. Sarı Mehmet kendi etrafında bir iki tur atıp yere yığıldı. Sonra da düştüğü yerden kahkahalarla gülerek:
“Ulaa essahtan da dönüyormuş!” demez mi?
Hasan Ağa bu defa ayağa kalktı bir bana vuruyor, bir Ahmet’e vuruyordu. Eli de bir hayli ağırdı. Vurdukça gözümden çıngı çıkartıyordu. Ahmet de Hasan Ağa’nın şamarını yiyince:
“Bunları mantar çarpmış. Sıhhiye Kamil’i çağırın!” dedi, öylelikle ayıktım. Bu defa Hasan Ağa, Sarı Mehmet’in sırtına binmiş:
“Haydi küheylan yürü Sultan Hamid bizi bekliyor. Yaşasın Enver Paşa, selam sana Çakmak Paşa, selam sana Kemal Paşa!” diye haykırmaya başladı. Sarı Mehmet de at gibi kişniyordu.
Hemen Ahmet’in atına bindiğim gibi Sıhhiye Kâmil’in evine gittim. Sıhhiye Kamil, askerde sıhhiye çavuşuymuş. Bayağı becerikli birisiydi. Kamil Çavuş’a durumu anlatınca o da atını eyerleyip hemen dörtnala Karaculuğun Ahmet’in evine sürdü. Hasan Ağa sırt üstü yatmış, bacak bacak üstüne atmış hâlâ:
“Ehmed ben bu eve yakıştım. Bacın Hatçe’yi almadan şuradan şuraya gitmem” diye bağırıyordu.
Kamil Çavuş, çamur, yoğurt bir şeyler özedi Hasan Ağa’ya ve Sarı Mehmet’e zorla içirdik. Bir müddet sonra ikisi de istifra etti. Sonra da kafalarından bir helke suyu boca ettik.
Hasan Ağa ve Sarı Mehmet yarım saat sonra kendine geldi ama bizde ayakta duracak hâl kalmamıştı.