KOLONYALI SU

Sibel’ime
Otobüsün ön koltuğunda oturmuş, düz görünen yolda pike yapar gibi ilerliyordum. Kollarımı açmış konacak yer arar gibiydim. Aşınmış asfalt yolun bir yanı çam ormanı diğer yanı uçurumdu. Uçurumun dibinde yeni malalanmış çimento gibi duran ırmak görülüyordu. Çam ormanı ise yaşı geçmiş bir erkeğin başı gibi kel keldi. Çığlıklarını duyamadığım sığırcıkların kaçışlarını ayrımsıyordum. Yokuş aşağı viraj alan şoförün teri sırtına geçmişti.
Aldığı her virajla pusarmış asfaltın sıcağını yüzümde duyumsuyordum. Yan sırada oturan iki erkek gömlek yakalarına asılmış göğüslerini üflüyorlardı. Yaşlı olanın elinde iri taneli kehribar tespih vardı. Her puflamanın arasında ağırdan çekelediği bir boncukla beraber “fesuphanallah” çekiyordu. Arada bir de arka koltuklardan bebek ağlaması duyuluyordu. Ardından koridorda beliren otobüs muavini elinde su şişesiyle dolanıyordu. Sıcaktan mı, stresten mi bilinmez boğazımda bir gıcıktır başladı. Kesik öksürüklerim de kel yapraklı çam dallarına ayak uydurmuştu. Fren aralarında dikiz aynasından göz atan kaptanımız solunda asılı duran beyaz telefonla arkadaki muavini çağırdı. Muavinin gömlek düğmeleri yan beline kadar açıktı. Kaptan onu önce düğmelerini kapatması için uyardı. Ardından da bir bardak suya bir kaç damla kolonya damlatıp getirmesini tembihledi. Bir eliyle düğmelerini kapatmaya çabalayan muavin öbür eliyle de bagaj kenarlarına tutunarak geri gitti. Az sonra da elinde beyaz plastik bardakla döndü. Kaptan, dikiz aynasından bakarak beni işaret etti. Muavin bardağı elime uzattığında da laf attı. Bu kolonyalı suyu içtiğimde öksürüğüm ‘şıp’ diye kesilecekti. Böyle bir emrivaki karşısında ters yüz oldumsa da şoför milletine terso gitmenin bir anlamı yoktu. Bir kadeh içki ikram etmiş gibi düşünebilirdim. Ne de olsa yetmiş iki can onun ellerindeydik. Memnun olmuş gibi yapıp gülümseyerek teşekkür ettim. Ben suyu yudumlarken kaptan dikiz aynasından neredeyse heyecanla göz atıyordu. Gülümsemeye hazırdı. Soğuk suyun ıslattığı boğazım bir süre için rahatlamıştı. Kaptan kıpırdanıp gerindi. Pantolon cebinden çıkardığı beyaz bir mendille yüzünü ensesini sildi. Mendili direksiyon koluna asarken:
“Bak gördün mü? Benim bu ilacım birebirdir. Bir keresinde de yaşlı bir amcaya içirmiştim. Adamcağız öksürmekten oturamıyordu bile. Öksürdükçe beli bükülüyor, karısının ellerine sarılarak düşmemeye çalışıyordu. İçince kolonyalı suyu ‘şıp’ diye kesilmişti öksürüğü. Sahte tebessümle dinler görünmeye çalışırken sıcağın daha bir arttığını duyumsuyordum. Yan sıradaki tespihli adam da katıldı kaptanın konuşmasına.
“O yaşlının şekeri vardır, tansiyonu vardır. Kim bilir kaç ilacı birden içmişti yola çıkarken... Öyle sorup etmeden alkol verilir mi? Hata etmişsin. Adam uyuşmuştur. Belki de zehirlendiği için geçmiştir öksürüğü.” Şoför beklemediği bu karşı çıkışa bozulmuştu. Altta kalmak istemiyordu. Ne de olsa ön koltuktaki ona göre sosyetik bir bayan. Sesi kısılmış gibi bir kaşını kaldırarak kaptanlığını ortaya koydu. Bu münasebetsiz yolcunun havasını söndürmesine izin vermeyecekti. Genç bayana hoş görünecekti.
“Deli misin? Hiç olur mu? Öyle olsa rahatsız olurdu. Ne bileyim, kusardı belki. Hem söylerdi ilaç aldığını. Hâlbuki misler gibi uyudu. Bu gereksiz muhabbet ormana kaçmadan susturmak gerekiyordu. Birden aklıma gelmiş gibi elimi çantama attım. Fermuarlı gözünden kitabımı çıkardım. Kaldığım yeri açıp okumaya koyuldum.
Ancak şoför azimliydi. Sosyetik bayanın beğenisini görecekti ille de...
“O okuduğunuz aşk romanı mı?” deyiverdi. Kitaptan anladığını göstermek istiyordu. Şaşkınlıkla tepesindeki küçük aynaya baktım. Küçük çerçeveden yansıyan koca kafasına kızgınlığımı gönderirken bakışımı hızla tuttuğum kitabın çevirdiğim kapağına yönelttim. Ben ne okuduğumun ayırdında değilmişim gibi toprak renkteki kapağın üzerinde yazan “Server Tanilli, Uygarlık Tarihi” yazısını sesli yineledim. Ve yeniden sessizliğimi koruyarak kitabıma döndüm.
“Eskiden Kerime Nadir’in aşk romanları vardı. Onlar da böyle kalın olurdu da benzettim.” diyen ve zayıflayarak uzayan sesini duymazdan geldim. Belli ki cesareti kırılmıştı. Neyse ki tesise gelmiştik. “On beş dakika çay ve ihtiyaç molası” diyen sesi yeniden yükselmişti. Bu kısacık süreçte tuvalete gidip elimi yüzümü yıkamış karbonatlı acı çayla bedava zehirlenmek yerine tesisin bahçesindeki küçük havuzun yosunlu suyuna bakarak soluklanmayı yeğlemiştim. Otobüse döndüğümde yanımdaki boş koltukta bir genç kız oturuyordu. Gülerek baktı. Belli ki iyi niyetli biriydi. Daha selamlaşır selamlaşmaz elindeki bisküviden ikram etti. Modern giyimli hâline bakıp umutlanmıştım. Çok geçmeden kötü koktuğunu ayrımsadım. Asla tanımlayamayacağım bir kokuydu. Sanırım kir kokuyordu. Dayanılmaz öksürüklerim yeniden başladığında şoför muavine telefon ediyordu. Sesinde gururlu bir ifade vardı. Oğlum çabuk ablana kolonyalı su getir”


Yorumlar - Yorum Yaz