NALBANT BEKİR

Efendim bizim hikâyeler sürer sürmesine de artık pek aklıma gelmiyor. Diyorum ki kendi kendime; “Oğlum İrfani sen garip bir küfecisin, meddahlık neyine? Bu memlekette hikâye anlatma işi sana kaldıysa hay başımıza gelenler.”
Tabii söz ağızdan çıkınca onun icabını yerine getirmek de lazım değil mi? Ben de tam bu minvalde torunu çağırıp Açıkkara mecmuasının kâtib-i mes’ûlü Pektaşzade Mehmet Efendi’yi aratıp derdimi, meramımı anlatayım da affımı isteyeyim dedim. Lakin köpoğlusu:
“Dede işim var, sonra ararız.” diye bir pırtma verip sokağı boyladı. Ardından seğirtip:
“Lan oğlum gözüm görmüyor, ara şu adamı bak sana bi ellilik çalışır.” desem de dinleyen kim?
Bir de geri dönüp:
“Dede elli değil, yüz elli de versen şimdi işim acele, seninle uğraşamam.” demez mi?
Bak hele şu eniğin lafına. Ulan bu kime çekmiş deyi kendi kendime düşünceye daldım. Babası desem işin ucu bana dokunuyo. Anası desem yine bana… Zira bizim gelin biladerimin kızı. Tam bu arada aklıma rahmetli babamın:
“Ulan sizin bi başınız bozuk, ana tarafından ebenizi, dedeniz harb-i umumide saraydan kaçırmış. O da ne idiğü belirsiz bir cariyeymiş. Gâvur mu, Müslüman mı belli değil. Milleti desen o da bambaşka. Aslı ecnebiymiş ellam…” dediği laf geldi. Neyse “fazla dibini kurcalayıp cılkını çıkarma” dedim ve akşamı beklemeye başladım.
O esnada hâlim Allah’a ayan ya, birden telefonum çalmasın mı? Arayan da bilin bakalım kim? Bizim Pektaşzade Mehmet Efendi. Hoş beşten sonra dedim ki:
“Mehmet Efendi, beni artık mazur görün. Ben bu hikâye yazma işinin ardını getiremeyecem. Artık yaşlılıktan hem aklıma gelmiyor, hem de aklıma gelenlerin başı ayrı, ortası ayrı, sonu ayrı oluyo. Karıştırıyom zağar. Hem bu torun olacak alçak, artık parayınan da yazmıyor. Nazlanıp döküyor. Beni artık bu işten azad edin.”
Mehmet Efendi:
“Yahu İrfani Emmi, sen ne diyon? Biz bu hikâyeleri kesemeyiz. Sen devam et. Senin küfe hikâye ile dolu. Sen oradan anlat. Biz senin torunu da razı ederiz.” dedi.
O sırada bizim velet süklüm püklüm içeri girdi. Arkasından soluyacak diye korktum. Belli ki birisi ile kavga etmiş. Onu görünce Mehmet Efendi’ye:
“Valla Mehmet Efendi sen torunu razı ederim dedin. İti an, çomağı hazırla derler ya o da kapıdan girdi. Aha ona vereyim telefonu da nasıl razı edersen et.” dedim ve telefonu oğlana verdim.
Kendi aralarında bayağı bir konuştular. Sonra bizim oğlan “tamam” dedi ve telefonu bana verdi.
“Hayırdır, bunu nasıl razı ettin?” dedim Mehmet Efendi’ye. O da bana:
“Ben ona ses kaydı yapılacak yeri dedene göster. O konuştuklarını kaydetsin. Sonra sen o ses dosyasını bize gönder. Biz onu deşifre programı ile yazıya çeviririz, dedim.” deyince ben yine ipe un sermek babından bu defa da:
“İyi de oğlum aha bu sayı için bile aklıma bir şey gelmiyor.” dedim. Mehmet Efendi:
“Emmi sen şu bana anlattığın Nalbant Bekir hikâyesini anlat.” demez mi?
Mehmet Efendi’yi kıracak değildim ya. Nalbant Bekir deyince tüylerim amuda kalktı. Ben ona zamanında: “Ulan Nalbant bozuntusu seni âlemin diline vermezsem bu küfede kazurat taşıyım.” diye ahdetmiştim. Aklıma bu mesele geldi. Tabii kanım kaynadı, bir anda elli sene öncesine gittim. Gözümün önünde televizyon camı gibi olaylar canlandı. Madem bu işe başladık, bu Nalbant Bekir’i de anlatmasam olmaz. “Tamam” dedim ve telefonu kapattık.
Bizim torun da bana telefona ses kaydetmeyi gösterdi. Tabii bende o kafa nerde? Neyse “Ben açayım, sen işin bitince şuraya bas.” dedi ve teyip düğmesini açıp telefonu elime tutuşturdu ve odasına çekildi. Ben de başladım hikâyeyi anlatmaya…
Efendim bu Nalbant Bekir’in babası çerçici idi. Hem de ne çerçici! Kaçak tütünden çaya, şekerden Şam kadifesine ne ararsan var. Bu Bekir olacak nursuz gudubet de üçkağıtçının önde gideni. Babasının denklerini soyuyor. Tütüne alıştı daha bacak kadar iken. Sonra Birinci ve Yenice cuvaraları çıkınca epey de onları emdi durdu. Hani içmek değildi onunkisi, bildiğin emiyor, peş peşe birbirine uluyordu. Bu yüzden benzi zift gibi kara, saçı ve sakalı pamuk tarlasına dönmüş iken bembeyaz bıyığının burun deliklerini örten tarafları kahverengine dönük tütün sarısı, dişler desen siyah ile kahve arası değişik bir renk. O kadar cuvara içince ciğerler de iflas etmişti haliyle. Kaleyçi körüğü gibi sırtından soluyordu. Sesi desen sanki çıkrık ile kuyudan su çeker gibi hırıltılı çıkıyordu. Bu hırıltılı sesin ardından da boğulurcasına bir öksürük tutardı her üç beş kelam ettiğinde. Yine bu üç beş kelamın sonunda bir balgam tükürme işi gelirdi ki burasına çok gıcık olurdum. Şeytan derdi, o an için elinde ne varsa şu suratsızın kafasına geçir. Tövbe, tövbe…
Neyse bu kara tiren suratlı herifi babası Çerçi Üssük, hırsızlık huyundan kesemeyince Karacaköy’deki bir nalbanta çırak verdi. Karacaköy, bizim köyün de bağlı olduğu nahiye merkeziydi. Şimdilerde burası kaza oldu. Bizim köyde ilkokul yok iken Karacaköy’de ortaokul bile vardı. Biz de oraya okumaya gitmiştik ama yaşımız ileri olduğundan üçüncü sınıftan diploma verip bizi okuldan çıkardılar. O da ayrı bir hikâye.
Nalbant çırağı Bekir ile sabah erkenden bizim köyden yayan yapıldak çıkar Karacaköy’e gider, akşam da beraberce dönerdik. Ben okuldan erken çıksam da onun işi bitene kadar beklerdim. Ancak her fırsatta Karacaköylü Yusuf’un ambargolunda iskambil ve taş oynardık. Bizi bu işe okula yeni atanan ve adı Yeniceli Mırtaza olan bir vekil öğretmen alıştırmıştı. Yeniceli Mırtaza öğretmen de o zamanlar bizden birkaç yaş ancak büyük, daha tıfıl bir gençti. Bizlerse on dört, on beş yaşlarındayız. Mırtaza öğretmenin uzun saçları vardı ve kâkülü ta ağzına düşerdi. Köy halkı “Kekilli Öğretmen” diye lağap takmıştı ona. Biz her öğlen arası ve akşam ders çıkışı hemen öğretmen ile buluşup Yusuf’un evini boylardık. Bekir de bir şekilde gelir bizi bulurdu.
Bir gün yine okul çıkışı Mırtaza öğretmenle beraber Karacaköylü Yusuf’un ambargolunda iskambil oynamaya gittik. Yusufların ambargolları iki katlı, çatılı bir ev kadar büyüktü. İçi beş bin kile ekin alıyordu. Bu ambar, öz dediğimiz kalın çam tahtaların birbirine geçirilmesiyle ve hiç çivi kullanılmadan yapılmış büyükçe bir ambardı. Hatta ambargol diye tabir ettiğimiz kısım ise bu ambarın etrafında çevrilmiş, şimdilerin balkon dediği gibi bir yapıydı ki yazın burada kıl palazları sererler ve yedi sekiz taşınan bulgur çekerlerdi. Yazın ise evler sıcak olduğundan buraya sekiz on yatak serilir, çoluk çocuk burada yatılırdı. Ambargol, ambarın üç tarafını çevirdiği için bizi kimsenin göremeyeceği en dulda tarafta oynardık. Yusuf’un gönlü olursa arada çalkama, pekmez, yoğurt, çökelik ekmek getirirdi, yerdik.
Neyse o gün oyun bir hararetli bir hararetli ki sormayın. Bu alçak Bekir, bizi durmadan ütüyor. Ulan bir baktım ki bu Bekir sürekli hile yapıyor.
Mırtaza öğretmene:
“Öğretmenim bu alçak hile yapıyor, kolunun yeninde kâğıt var.” dedim.
Öğretmen hemen onu kolundan yakaladı. Bir baktı ki papaz, kız, as ne ararsan koluna düzmüş. Mırtaza öğretmen bunu yanımızdan kovdu. Bu da yüzsüzce kalktı ambargoldan aşağı inince bize yakası açılmadık bir kağnı küfür savurdu. Peşinden koştuk ama yetişemedik, şerefsiz tazı gibi kaçıp gitti. Biz de ona epeyce sövüp saydık sonra tekrar oyuna daldık.
Meğer bu alçak gidip bizi Yusuf’un anasına şikâyet etmiş. Yusuf’un anası Satı Kadın iriyarı, kocaman bir kadındı. Elleri yaba gibiydi… Biz kâğıda dalmışız, al papazı ver kızı derken birden kadın başımızda bitti. Efendim bize bir dayak attı ki sormayın, ben babamdan bile böyle essahlı bir dayak yemedim. Kadın vurunca bizi ambarın tahtalarına yapıştırıyordu adeta. Öğretmeni de yakaladı ona da elindeki şilteyinen iyice bir dayak çaldı. Lakin öğretmen dayakla da kurtulamadı. O zamanlar köyde Ali isminde bir başöğretmen vardı. Biz talebeler arasında ona Gâvur Ali derdik. Gâvurluğu dinsizliğinden değil merhemetsizliğindendi. Adamın geçtiği yere kuş konamıyor, düşünün öyle bir zalım adam. Dayak, kötek zibil… Satı Kadın öğretmeni kekilinden tuttu, bizi de önüne katıp Başöğretmen Ali’nin önüne götürdü. Bizi bu halde görünce Ali öğretmenin beti benzi attı ve merakla sordu:
“Hayırdır Satı bibi, bu ne hal?”
Satı Kadın burnundan soluyarak:
“Ali öğretmen! Bu Kekilli zibidi çoluğa çocuğa kumar öğretiyor. Sen bunu buradan gönder yoksa elimde kalacak.” demesin mi?
Ali öğretmenin bir anda nevri döndü. Bizim Mırtaza öğretmene bir şamar çaldı, vurur vurmaz yeri öptürdü. Sonra hırsını alamadı tepik yumruk adama bir dayak çaldı, bir dayak çaldı ki sormayın. Biz korkudan altımıza şiril şiril işemeye başladık inan olsun. Tabii bizi de ele aldı epey bir ayar düzen verdi ki elli senedir unutamadım. Sanki şimdi vurmuş gibi kulağım çiniliyor.
Dayak faslından sonra Ali öğretmen Muhtarın oğlu Sülüman’ı çağırdı. Ona:
“Bu öğretmeni alıp sizin odaya götürücün. Sabah ezanı ile kaldırıp Seyit Ağa’nın kamyonu şehere gitmeden yetişip bunu kamyona bindiricin ve Yenice’ye göndericin. Eğer yarın bunu bu köyde görürsem şart olsun senin de kemiklerini kırarım.” dedi.
Bekir çok küsük birisiydi, bu olaydan sonra bir daha benimle ölene kadar hiç konuşmadı. Onunla geçinmek çok zordu. Diyelim ki bir cemiyette oturuyor, anında bir şeyden huylanır ve oradakilere küsüverirdi. Onunla barışmak da merasime tabiydi. Gidip yalvarıp yakaracaksın, varsa bir işi onu göreceksin, onun da gönlü olacak da barışacak. Ben hiç barışmayı denemedim bile. Ya harman kaldırır, ya tırpan biçtirir, ya da adamı çoban tutar barışacağım diye. İki gün sonra yine küser. Kim onunla uğraşacak. Tabii biz sonradan şehere göçünce onunla da bir işimiz olmadı. Neyse biz mevzumuza dönelim.
Neyse aradan yıllar geçti, bu Bekir oldu bizim köye nalbant. Az at, eşşek, katır nallamadı. İşi de iyi öğrenmişti. Ben de yaşlanıp köye dönünce baktım bizim Nalbant Bekir de nalbantlığı bırakmış yaylaya çıkıp mal davar işine girmişti.
Bir gün köprünün başındaki kayfede Kör Musa’nın Ahmet, Kadir ve Üsülü’nün Dobak Kazım ile birlikte iskambil oynuyorduk. Irıza’nın Hamza Dayı da yanımıza oturmuş bizi seyrediyordu. Bu sırada kayfenin önüne resmi bir tomofil durdu. İçinden bizim köylülerin Aşıcı Turgut dedikleri adam ve iki memur indi ve doğruca bizim masaya geldi. Hemen memurlara birer çay söyledik. Selam, aleykümselamdan sonra Turgut Bey:
“Ben Ruam diye bir hastalık taraması için geldim. Bu köyde tek tırnaklı hayvanların sayımını yapacağım. Üç aşağı beş yukarı hane hane bana bu sayıları söyleyecek birisi lazım.” deyince ben yan masada cuvara tüttüren Nalbant Bekir’i gösterip:
“Turgut Bey, senin işini şu yan masada oturan Nalbant Bekir bilir ancak. Benim onunla pek aram yok ama sen git ona derdini söyle, o yardımcı olur. Bu köyü bırak komşu köylerde bile kimin atı, eşşeği var tek tek sana sayar.” dedim.
Turgut Bey çayını içince gidip onun masasına oturdu. Ben de kulak kabartıp dinlemeye başladım. Turgut Bey hürmetli bir şekilde:
“Selamün aleyküm Bekir Ağa” dedi.
Bekir Ağa kafasını kaldırıp onu tepeden tırnağa süzdü. Cuvarasından bir fırt daha çektikten sonra o meşhur gevrek sesiyle gıcıladı.
“Aleyküm selam efendi”
Turgut Bey:
“Bekir Ağa, ben Ziraat Dairesi’nden geliyorum. Bize bu köyde kimin ne kadar tek tırnaklı hayvanı var, onun bilgileri lazım. Yani senin anlayacağın hane hane at, eşek, katır sayısını yazacağım. Biz sorduk, bu işi en iyi sen bilirmişsin.”
Bekir iyice bir öksürüğün ardından boğazını temizleyip yine o pis hareketini yaptı. Yani balgamını tükürdü. Boğazını gerlendirerek:
“Ne yapacaksınız at, eşşek sayısını? Nalbantlık mı yapacaksınız? Ben yıllardır nalbantlık ederim, bu uyuzlardan alacağımı toplasam bir direktör alırdım. Bunlardan para çıkmaz. Canlarını iste verirler amma delikli kuruşlarını vermezler.” demez mi?
Bizler birer “la havle” çektik ama bu pise bulaşmayalım diye sustuk.
Turgut Bey:
“Bekir amca, sadece bu tek tırnaklı hayvanlarda görülen Ruam diye bir hastalık var. Ona göre aşı getirtip aşı yapacağım. Bir de bu istatistikleri Bakanlığa bildirmem lazım. Sen söyle, bu köyde ne kadar at, eşek ve katır var?”
Nalbant Bekir elindeki cuvaradan son fırtı çekip yere attı ve ayağa kalkıp izmariti ezdi. Sonra bize dönüp:
“Aha buradakilerle beraber şu köprüden geçeni yaz, geçeni yaz! Alayı eşşek bunların.” dedi ve defolup gitti.
Tabii kahvedekiler ardından epey bir sövüp saydı ama memlekette on birli kıtlığı mı, hakır hakır gülen gülene.
“Bu niye böyle yaptı?” diye birbirimize sormaya başladık. O sırada Nalbant Bekir’in yayla komşusu olan Irıza’nın Hamza Dayı gülerek:
“Efendim, bu Bekir geçen gün karısına küsmüş köye yayan yapıldak gelmiş. Bu Ahmet ve Kadir, ağabeyleri Cafer ile ot biçiyorlarmış. Bunlar ona gitme Bekir emmi dememişler, o da onlara kızdığı için böyle dedi.” demez mi?
Ahmet ve Kadir de onu tasdik ettiler.
Daha evvel de dediğim gibi Bekir çok huysuz bir adamdı. Her sene yaylaya çıkınca mutlaka karısı ile olmadık bir şey için kavga eder sonra da karısına küser, yayan yapıldak köyün yolunu tutardı. Köy ile yaylanın arası yürüme iki saat sürüyor. Tabii yayladaki komşular yalvar yakar onu razı edip geri çevirirdi. Bu durumunu bilirdik amma köye kadar geldiğini duymamıştık.
Hamza Dayı’ya:
“Hamza Dayı şu işin aslını eyice bi anlat. Bu niye böyle köpürmüş?” dedim.
Hamza Dayı başladı anlatmaya:
“Bekir huysuz bir adam malum. Bir gün karısı ayran aşı pişirmiş. Lakin içine nohut da koymuş. Bu da yine huysuzluk edecek ya, “vay sen ne diye çorbaya nohut koydun?” diye kadınla başlamış kavgaya. Sonra da kalkıp yola düşmüş. Yayladaki kömlerden bayağı uzaklaşmış. Tabii iş güç zamanı yaylada herkes bir yerde. Zavallı kadın düşmüş peşine arkasından bağırıyormuş:
“Bekir babalar ye, gel seçtim nohutları aşın içinden. Bu saatte köye gidemen, yıkılır düşersin bir yerde. Gitme dön geri. Akşam akşam iş açma başıma!” diye ama dinleyen kim?
O sırada bu bizim Kör Musa’nın Cafer, Kadir ve Ahmet de ot biçiyorlarmış. Aha bu Kadir’le Ahmet, Bekir’in önüne geçip onu çevirecek olmuşlar. Öyle değil mi Ahmet?”
Hamza Dayı böyle deyince Ahmet söze girdi.
“Vallaha aynen öyle. Biz şunu çevirilim diye tırpanları atıp Bekir’ e yöneldik amma Cafer abim bize:
“La bırakın şu suratsızı. Yeter yahu, her gün bir maraza çıkarıyor. Ellemen getsin.” deyince biz de ilişmedik. Bu domuz da inadından geri dönmedi. Karısı epey bir ardı sıra gitti sonra o da çaresiz yaylaya döndü. Sonrasını biz bilmiyoruz. Şimdi gerisini anlat Hamza Dayı.”
Hamza Dayı bu tafsilattan sonra tekrar sözü aldı ve başladı anlatmaya:
“Neyse, kimse dur gitme demeyince bizim inat Bekir, dar akşam düşmüş yola. Yastılayın kendini kayfeye zor attı. Sırtından soluyordu. Terin suyun içinde kalmış, dili damağı kurumuştu. Masadaki sürahiyi kafaya bir dikti. Bir sürahi suyu içti. Tabii onu böyle bitap, perişan görünce hemen yanına varıp sorduk:
“Hayırdır Bekir, bu saatte senin köyde ne işin var? Bu halin nedir? Bir sıkıntı mı var? Sen yayladan buraya yayan yapıldak niye geldin?” diye… Bekir başladı işi anlatmaya. Ayran aşının içindeki nohuda kızdığı için yola düşmüş, karısı aşın içindeki nohutları seçmiş ama yine de gelmiş. Ben de boş bulunup sordum:
“Lan Bekir sana dur gitme diyen olmadı mı? Bu saatte onca yol gelinir mi?”
Bekir boğazını gerlendirerek:
“Olmaz mı? Kör Musa’nın göbelleri yazıda ot biçiyordu. Dedim ki şimdi bunlar bana gitme dur derler. Lakin kanı bozuklarr “gitme Bekir Emmi” demediği gibi Cafer olacak şerefsiz kardaşlarına ‘La bırakın gitsin şu suratsızı, bununla mı uğraşacak?’ dedi. Ben de erkekliğe yediremediğim için geri dönmedim.”
Sonra başladı öksürüğe, baktım boğulup gidecek, kayfeciye:
“Hasan, şu katır inatlı suratsıza bir sürahi su daha ver. Ardından da okkalı bir çay getir. Şimdi geberip gidecek.” diye seslendim. İşte onun öfkesi Kadir’le Ahmet’e… Haaa bir de seninle yıllardır küs ya. Seninle oturdukları için de öfkesi ikiye katlanmıştır şimdi.”
Bu söz üzerine dayanamadım. Elimi masaya vurarak;
“Eh komşular bana şeherde Küfeci İrfani derler. Çenem düşüktür. Zaman zaman eski köy odalarında mesel anlatanlar gibi eski hikâyeleri anlattırıp filime çekerler. Eğer ben de bu Bekir suratsızını dile vermezsem yıllarca yük taşıdığım o küfe ile ahir ömrümde sırtımda kazurat taşıyım.” diye ahdettim.
Bu lafı duyan herkes kahkahayı bastı. Hep bir ağızdan:
“Vallaha anlat bu katır inatlı herifi de âlem duysun, hak ediyor.” dediler.
“Katır inatlı” denilince ben de tekrar Hamza Dayı’ya merakla sordum:
“Hamza Dayı, essahtan inatlık buna katırlardan geçmiş olmasın? Malum eşşek ve katırla çok haşir neşir oldu. Bizim eşşek bile bu kadar inat değil.”
Kayfedekiler gülmekten yerlere yattı. Zati çok geçmedi bir ay sonra Bekir cuvara yüzünden öldü. Küs gitti emme yine de Allah rahmet eylesin. İnattı minattı emme gene de köyün neşesiydi. Eh biz de o gün ettiğimiz ahdimizi yerine getirmiş olduk.
Neyse bu günlük de bu kadar yeter. Haydin kalın sağlıcakla.


Yorumlar - Yorum Yaz