Rüzgârlı şehir Bakü’deyim. Evimde gibiyim. Şahsıma gösterilen ilgi had safhada. Öyle ki görenler kıskanıyor. Birlikte gittiğimiz dostlarımın ağızları bir karış açık. “Vay be! Şöhretin buralara kadar ulaşmış ha!” diye hayret ediyorlar.
Ben de söylene söylene yıpranmış o sevimsiz repliği tekrarlıyorum:
“Kıskanmayın ne olur; çalışın, sizin de olur!”
Haksız mıyım? Tabii dostlarım da haklılar. Azerbaycanlı dostlarım daha da haklılar. Alın size güncellenmiş bir Nasrettin Hoca fıkrası. “Haklısın, sen de haklısın; hanım, sen de haklısın” hesabı.
Azerbaycanlı soydaşlar çok qonakperver, yani konuksever. Türkiye’den meşhur bir “uşak edebiyatı mütehassısı” gelmiş. Karşılama, iltifat, teveccüh… Bini bir para… Yere göğe koymuyorlar. Hoşuma gitmiyor değil. Önce etrafıma bakınıyorum. Kimseyi göremeyince bütün iltifatların bana olduğunu anlıyorum. Şükran şükran üstüne.
“Teşekkür edirem, teşekkür edirem.”
Uşak Edebiyatı Kongresi’ndeyiz. Düzenleme kurulu üyesi olarak Dünya Televizyası’nda canlı yayına çıkmam gerekiyor. Kongre hakkında bilgiler vereceğiz, mini bir tanıtım gerçekleştireceğiz. Eyvallah! Seve seve yaparız.
“Sabah saat 8.00’de otelin qabaqında olun, sizi maşınla alacağıq.” diyorlar.
9.30’da canlı yayına çıkacağımızı hatırlatıyorlar.
Tamam, kardeş, hazır oluruz, gideriz, o saatte televizyona da çıkarız.
8.00’de otelin önündeyim. 8.20’de gelen arabaya biniyorum. Sevgili dostlarım Türkiye’den Tuba, Kazakistan’dan Lazzat Hanımlar, Azerbaycan’dan da Rafiq Bey var arabada. Selamlaşıyoruz. Canlı yayına birlikte çıkacakmışız.
Maşınımız hareket ediyor. Televizyon stüdyoları Sumgayıt’ta… Bakü, Sumgayıt arası 37 km. Arabayla yaklaşık 35 dakika sürüyor.
Saat 9.00 sularında televizyonun bekleme salonundayız. Yarım saat bekleriz, ne olacak? Stüdyoda canlı yayın var, müzik sesi dışarıya taşıyor.
Oturuyoruz. Hoş, beş. Danışırıh.
“Necesiz?”
“Yahşıyam,” çoh sağ olun. “Siz necesiz?”
“Men de yahşıyam. Sağ olun.”
Güney Azerbaycanlı Huşeng Azeroğlu’nu hatırlıyorum birden. Bir türküyle tanınmıştı Türkiye’de: “Size salam getirmişem.”
Şiir şölenlerinden de bilirim. Güney ya da Kuzey Azerbaycan’dan kim Türkiye’ye gelse kürsüye çıktığında aynı cümleyi coşkuyla tekrarlar. Tabii alkış kıyamet!
Rahmetli Huşeng Azeroğlu’na nazire yapmalıyım:
“Men size Türkiye’den salam getirmişem.” diyorum.
Selama selam.
Saat 9.30 oluyor. Stüdyodan ses yok.
“Hani, diyorum görevlilere. Bizim yayın ne zaman başlayacak?
“Aparıcı ne vaht çağırarsa o zaman,” diyorlar.
Biraz daha söyleşiyoruz. Saat 10.00 oluyor. Ben kurtlanıyorum. Dostlarım Tuba ve Lazzat Hanımlar sabırsızlanıyor. Rafiq Bey çok sakin.
“Narahat olma müellim, diyor. Telesiq etme. Vaht gelir, girerik.”
“Tamam da, diyorum, ne vaht?”
Hay Allah! Lehçeyi kapmışım.
Neşeleniyorum. Sohbet koyulaşıyor. O sırada saat 10.15 oluyor. Ses, seda yok.
“Canlar, diyorum, böyle kuru kuruya oturmak olmaz. Çayınız yok mu sizin?”
“Yaşıl çay hoşlayırsan yohsa gara çay?”
“Kara çay, lütfen!”
Çok geçmeden koca bir demlik çay, yanında reçelle birlikte servis ediliyor. Şimdi oldu işte!
Ha bire çay içiyoruz. İçmiyoruz da, doldur boşalt yapıyoruz sanki. Bir, iki, üç, dört… Allah ne verdiyse… (Sonradan söylüyorlar. “Müellim,” diyorlar, “on üç stekan çay içipsen.”)
Saat 10.30 oluyor. Biz hâlâ danışırıh. Saatin akrebi 10.30’la 11 arasında bir yerlere yaslanıyor; yelkovansa 9’un üzerine bağdaş kuruyor. Biz yayını mayını unutmuşuk, söhbetteyik.
O sırada stüdyonun kapısı açılıyor. Bir grup insan boşalıyor dışarı. Bizi içeri çağırıyorlar.
Genç aparıcı, çıtı pıtı hanımefendi, bizi güler yüzle karşılıyor. Stüdyoda bize ayrılan yerlere özenle oturtuyor. Çok rahat ve inadına sempatik. Bacım olsun.
Yayına başlamak üzereyiz. Soruyorum:
“Aparıcı Hanım, vaht ne geder?”
Aparıcı gülen gözleriyle tatlı tatlı yüzüme bakıyor.
“Yani, diyorum, söhbet ne geder davam edecek?”
Gülüyor.
“Siz ne qeder istirsiz?”
Budur! Süre kısıtlaması da neymiş? Dört konuşmacı, yarımşar saat konuşsa program iki saat sürer. Yaşasın!
Program iki saat sürüyor. Konuşmaya devam etsek iki buçuk saat de sürebilir. Tadında bırakalım dediğimiz için erken bitiriyoruz.
Aparıcı soruyu sorup çekiliyor. Ne bir uyarı ne bir hatırlatma. Yayın akışı da neymiş? Akışına bırak! Bizde olduğu gibi yok “Programımızın sonuna geldik.”, yok “Yönetmenim uyarıyor.”, yok, “Son beş dakika, toparlayın lütfen!” Hiçbiri yok. Oh be! Konuşma özgürlüğü buna derim ben. Sınırsız… Kulakların çınlasın Neil Burger! Burada da limit yok!
Samimi ev sahipliği için aparıcı hanıma ve nefis çay ikramları için görevlilere teşekkür ediyor, vedalaşıp ayrılıyoruz. Güzel gündü, vesselam!
Memlekette zaman yönetimi konusundaki zaafımızdan yakınırdım hep.
Adam sen de! Dostlar arasında iki saatin lafı mı olur?